Sömürgeler, sömürge devletleri, sömürgecilik, herkesin duyduğu kavramlardır. En basitinden, tarih derslerinde her birinci dünya savaşı anlatılırken sık sık duyardık adını. “Her” dedim dikkat ettiyseniz, şayet bütün eğitim hayatımız boyunca en az üç kez üzerinden geçtiğimiz bir tarih müfredatımız var ve ne yazık ki, 1923’te bitiyor. Daha ikinci dünya savaşını bile okuduğumuzu hatırlamıyorum.
1920ler demişken, Anadolu’da yeni Türkiye
Cumhuriyeti kurulurken, Orta Doğu’da ve Afrika’da neler oluyordu, birinci dünya
savaşı sonunda, parçalanan Osmanlı toprakları üzerinde neler yaşanıyordu? Bunu
çoğu zaman şöyle geçeriz; şu bölge İngiliz hakimiyetine girdi, bu bölge Fransız
yönetimine geçti. Ama gerçekte neler yaşandığını, Agatha Christie kitapların
çok net bir şekilde takip edebiliriz. Biliyorum
ki, bir çoğunuz bu İngiliz polisiye ekolünü severek okumuştur. 1920’li, 30’lı
yılların atmosferinde, henüz ikinci dünya savaşı başlamamış,
Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları parçalanmış, Avrupa rahat
bir nefes almış, Afrika ve Orta Doğu’nun bütün kaynakları, tarihi eserleri,
insan gücü ayaklarının altına serilmiş ve yeni keşfetmeye başladıkları coğrafyalarda
istedikleri gibi at koşturuyorlar -tabii ki, Amerika’da ve Asya’daki
sömürgeleri de var, yalnızca Orta Doğu ve Afrika değil ama ben birinci dünya
savaşından sonra değişen dengelerden bahsediyorum.
Agatha Christie romanlarını çok severim,
tıpkı bir yapboz gibi eğlenceli romanlardır, ama ne yalan söyleyeyim, Mısır’da,
Bağdat’ta, Afganistan’da falan geçen romanları okudukça içim acıyor. Bölge
insanı, sesi olan ve hareket eden ve tabii iş gördürülen bir dekordan ibaret,
sadece! Çok acı değil mi kendi ülkendesin ama bir toplum olarak görülmüyorsun. Napalım
sonuçta kaybedenler ve kazananlar var. Ben bir Agatha Christie canlı dekoru
olmadığım için çok mutluyum; mesela ;
-Ah katil şu
Türkler’den biri olmalı, siz ne düşünüyorsunuz?
Gibi bir cümlenin
parçası değiliz. Agatha Christie’nin bir İngiliz olarak, yaptığı “turistik”
yolculuklar ve bunlardan esinlenen bir roman için dekor oluşturmamışız. 2014
artık söylemeye korkuluyor ya, Ne mutlu Türk’üm diyene! Çünkü, beğenmediğimiz,
her fırsatta örselediğimiz, rahatsız olduğumuz, 'hesap sorduğumuz' 1930’lu yıllar…
Bir dekor değil, bir toplum yaratma çabası, üstelik vatanlarının parçalanmasına
şahit olmuş bir toplum yaratmak kolay değildir; bugün hala değil, ama şu
polisiye romanlara bile baktığımızda, nasıl büyük bir şey başarılmış insan
farkına varıyor. Yoksa bizim ne farkımız vardı, Orta Doğu’dan?
Bir fark var o
da, Türk ulusu olma farkı! Yani bir ulus olmak, birlikte yaşamak, kendi kendini
yönetme mekanizmasına sahip olmak. Evet ama işte en çok bu farktan rahatsız olunuyor,
bu fark ortadan kaldırılmak isteniyor, niye istenilmesin ki, bakınız yıllarca
ve hala da Ortu Doğu’yu, Afrika’yı, Asya’yı, Amerika’yı ne güzel evire çevire
sömürmüşler, yönetmişler, kullanmışlar, ne büyük bir zenginlik, ne büyük bir güç,
hala da Orta Doğu’daki savaş ekonomisi AB ve ABD’yi besliyor, niye Türkiye bu
halkanın bir parçası olmasın? Biz hiç dekor olma durumunu ,işgal günleri hariç yaşamadığımız
için, çok rahat ulusal kimlik üzerine atıp tutuyoruz ama gün gelir kendi ülkemizde
dekor kaldığımız zaman, elimize bir silah verilip, yaşamak ve yaşatmak yerine,
savaş ekonomisinin bir parçası olamaya zorlandığımız zaman –umarım hiçbir zaman
yaşamayız- o zaman aklımız başımıza gelir.
Biz de dışa bağımlıyız
ne farkımız var ABD’nin sömürgesiyiz resmen diyoruz ya:
Evet, ne yazık ki
bir dereceye kadar doğru ve hatta bu romanlarda yazılan gibi durumlar belki
Türkiye’de de yaşanmıştır ama yine büyük bir fark var. O da ne biliyor musunuz,
Türkiye’nin bağımlılığı aslında Türk politikacılarının eseri. Eseri olmaya ne
yazık ki devam ediyor ama eğer, bu durum değişirse ve halk olarak doğru seçimler
yapmayı ve yönetimi denetleme görevimizi yerine getirmeyi başarabilirsek,
bağımlılığımız yok olur. Bunun için, bilim ve teknolojide büyük atılımlar ve bu
atılımları pratiğe dönüştürme zorunluluğu var ve bunu yapmamamız için de hiçbir
neden yok. Niye yapmıyoruz, yapamıyoruz o zaman?
No comments:
Post a Comment