Sunday, March 02, 2014

I read some Marx, I liked it - Hope Adam Smith don’t mind it…

Bir markaya bağlanma durumu nedir? Marka yaratma, marka olma, markayı kullanma durumları. Etrafımıza baktığımızda, kendini bir marka üzerinden tanımlayan bir çok insan var, ya da herkes bir şekilde bir markayı kullanarak kendindeki bazı boşlukları doldurmak istiyor.

Hep konuşulur ya tüketim toplumu falan diye. Aslında bu tüketim toplumunun temelinde, kendine güvensiz insanlar mı yatıyor? Geçen gün biriyle tanıştım, bir tekstil firmasında çalışıyormuş, ben de o markanın ürünlerinin neden o kadar pahalı olduğunu, bir takım nedenleri söyleyerek bu yüzden oradan alışveriş etmediğimi, çünkü bunu mantıklı bulmadığımı söyledim. Verdiği cevap kısaca; marka yaratma çabası oldu. Yani, fiyatların pahalı olmasının sebebi, kalitesinden veya başka özelliklerinden değil, marka olmaya çalışması. O ürünü almak, tüketici için kendindeki eksiklikleri tamamlayacak bir yol, yoksa kullanım, kalite ve “değer” olgularını hiç düşünmeden, alışveriş yapıyor. Çünkü markaya sahip olmak istiyor. Yine söylediğine göre, tüketicilerin büyük bir kısmı bu şekilde alışveriş yaptıkları için, fiyatı istediğin kadar yükselt, o ürün satılıyor.

Böyle bir denge söz konuymuş yani. Tabii bu bilinen bir şey aslında. Psikolojik ve hatta sosyo-psikolojik bir durum. Kapitalizmin en temel dinamiklerinden biri de, insan olarak duyduğumuz bu beni sevin, bana saygı duyun, bunun için bu markayı kullanmaya ihtiyacım var zayıflığı. Hatta bırak başkalarını, kendi kendine saygı duyması için bile o markaya ihtiyacı var insanların.

Nerden mi biliyorum? Tabii ki kendimden, nereden olacak!

13 yaşımda, yani 7.sınıfı bitirdiğim yaz, basbayağı, kapitalizmle tanıştım. Her yaz olduğu gibi o yaz da yazlığa gittim yaz tatilini geçirmek için. Bütün gün bisiklet sürmek, denize girmekten başka bir amaç da gütmüyordum, derken bir takım arkadaşlar edindim. Marka kavramıyla ilk olarak onlar sayesinde tanıştım. Meğer, marka denilen bir şey varmış, spor ayakkabı dediğin DKNY olmalı, okul ayakkabılarının vazgeçilmezi George Hogg (böyle topuğundaki yeşil çizgisinden anlaşılacak, bir de altındaki metal markası), Diesel, Calvin Klein, Tommy vs. vs., bütün gün bunlar konuşuluyor ve ben bunları ilk kez duyuyorum tabii. Birden kendimi kaptırdım, onlardan önceki arkadaşlarım, hayatım bir sönük geldi gözüme. Hemen harekete geçtim tabii, sırf marka diye bir bluze verdiğim paranın nasıl içime oturduğunu bugün bile hatırlıyorum. Ama yok, buluştuğumuzda giyeceğim falan onu, böylece, yeni sosyal ortamımda sevileceğim, daha çok sevileceğim, daha değerli olacağım ya! Derken, liseye başladığımda, birden dank etti, çok saçma geldi bütün bunlar, ama yine bir süre daha sürdü, azalarak bitti. En azından, bayağı aza indi diyeyim, artık bir şeyi alırken, baktığım parametreler çok daha farklı. Tabii, büyüdükçe, arkadaş çevren de değişiyor, arkadaşlarında aradığın özellikler farklılaşıyor, farklı insanlarla tanışıyorsun, onlarla daha çok eğlenmeye başlıyorsun, kendini daha çok tanıyorsun, neyi isteyip, istemediğini daha net biliyorsun. Kişiliğin oturuyor veya oluşuyor, işte bütün bunlar etkiliyor seni. Böylece markaya ya daha çok ihtiyacın oluyor, ya da daha az.

Tabii bu durumun, çok daha farklı boyutları var, mesela, günlük 1 dolara çalışan çocuklar gibi… Zaten bu yüzden bu kadar karşı çıkılıyor, yani marka yaratmak, pazara sunmak, en fazla kârı elde etmek, sonunda emek sömürüsünü de beraberinde getiriyor. Yoksa senin para harcamanda bir sorun yok! İstediğin kadar harca, kim karışır! Fakat, kârın arttıkça artması gerek, bunda bir sınır yok, nasıl fiyatı durmadan arttırıyorlarsa, maliyeti de durmadan düşürmek istiyorlar, amaç para kazanmak, ama daha çok para kazanmak değil mi?!
Peki, Afrika’da, Asya’da sömürülen insan gücünden bahsedip, onlarla her daim empati kurduğunu iddia eden insanların, sırf marka olduğu için belli bir ürünü tercih etmelerindeki çelişki ne olacak? Kapitalizmi seviyorsun, bunu kabul et, sen de rahatla, biz de rahatlayalım ama değil mi? Arabeskçesini söyleyecek olursak; ya sev, ya terk et!


Ama hayır, o telefona, o bilgisayara, o gözlüğe falan o parayı veriyorsan, her gün sosyal paylaşım sitelerinde, yok şuradaki adaletsizlik, buradaki sömürü falan bunları paylaşma, buluştuğumuzda lütfen bunları anlatma, olmuyor yani! Hem komik, hem de yalan çünkü! Yoksa, benim de seni yargılayacak halim yok, ben ne kadar farklıyım sanki! Ama hiç olmadı, biraz özeleştiri yapmayı öğrendim. Yoksa hiç birimiz, Friedrich Engels değiliz… 


No comments: