Uzun zamandır duymadığım bir sesi duyarak
şaşırdım az önce.
-Boooozaaa…
Saat boza satılacak kadar geç değil, sadece
21:40, hava da o kadar soğuk değil, evet. Ama kim bu sesi duyup da geriye
dönmez ki, ben dönüyorum ve bir çoğumuzun da çocukluğuna döndüğünü biliyorum.
Kış, yatağındasın, yorganın altına iyice gömülmüşsün, dışarıda neredeyse
sessizlik hakim, kedilerin miyavlaması daha net ve yankılı duyuluyor, uzak
caddeden geçen bir arabanın sesi duyulup, kayboluyor, ara ara rüzgarın sesini
duyuyorsun ve birden bir insan:
-Boooozaaa… Boooozaaa…
diye bağırıyor.
O zamanlar bozanın ne olduğunu bildiğimden
emin değilim, sadece bir insanın o saatte yatağında olması gerektiğini, sokakta
kim bilir ne kadar yalnız olduğunu ve hiç korkup korkmadığını düşünürdüm. Kendi
halimden son derece memnun bir şekilde uykuya dalardım.
Biraz daha büyüyünce, bozanın bir içecek
olduğunu anladım ya da öğrendim sanırım, ama niye gece satılıyordu ki? Bunu
araştırdım, sonuçta herkes bir şeyler söylemiş, ama genel geçer bir hikaye, bir
anekdot bulamadım bununla ilgili.
Ama bozayla ilgili ilginç bir şey öğrendim,
bir nevi bira gibi bir içecekmiş, sonuçta mayalanarak üretildiği için, bir
miktar alkol açığa çıkıyor, hatta ‘ekşi boza’ denilen türünde bozayı içki
kategorisine sokacak derecede alkol bulunurmuş, asıl boza da oymuş aslında,
bunu o dönemin ekşi boza satan bozahanelerinin sayısının, diğerlerine oranla
epeyce yüksek olmasından anlayabiliyoruz. Bu yüzden bir dönem Osmanlı’da
yasaklandığı bile olmuş. Böylelikle günümüze kalan, alkolsüz boza olmuş. Boza
Osmanlı döneminde de gece satılırmış, yani bir gelenek var aslında. Bozacılar,
gece yanlarında bir fener eşliğinde gezerlermiş sokaklarda. Boza hakkında bu kadar bilgim oldu bunca sene
sonra, eğer bir daha duyarsam, bozacıyı çağırıp boza alacağım, bir yerde
geleneği yaşatmak lazım, ayrıca da karşılaşmanın zamanı geldi artık.
Bununla birlikte, araştırmalarım sonucu bozacı üzerinden yapılan bir reklam da buldum, gayet yaratıcı, bu reklamı ben hayal meyal hatırlıyorum, o zamanlar çocuktum, kaç yılıydı bilmiyorum ama 90’ların sonu veya 2000’leri başı olsa gerek. Daha muhafazakarlaştıramadıklarının medyada ve basında yaşayabildiği zamanlar, dindar ve kindar gençlik modelinin ortaya atılmadığı, her aileden en az 3 çocuk beklenmediği, bir erkeğin birden fazla karısının olmasının doğal olduğu, hatta kadınların kocalarına arkadaşları ile birlikte olmasını salık vermesinin de bittabi doğal olduğunu savunan aile danışmanlarının(!) hayal bile edilemediği, bozacının ‘ekşi boza’sını gece 22.00’den sonra satabildiği yıllardı o yıllardı, yani ileri demokrasi ve özgürlük yoktu şimdiki gibi. Zaten bir demokrasi ‘muhafazakar’ olmadığı müddetçe demokrasi sayılamaz. Özgürleşme ancak ve ancak ‘muhafazakar’ olursa özgürleşmedir. Halk dediğin ‘muhafazakar’dır. ‘Bizim muhafazakar demokrat’ yapımıza uymayan üç beş çapulcu halk olamaz. Sanat dediğin de elbette ki ‘muhafazakar’ tarafından olacaktır. Bale denilen şey ise Türk aile yapısına, örf ve adetlerine kesinlikle uygun değildir. Affedersiniz, buradaki ‘Türk’ kelimesini çıkaralım, biz darbeci miyiz, ırkçı mıyız değil mi efendim, huzur ve güven ortamını bozmayalım. Ekonomik gelişme de tabii ki, bundan doğal ne var, ‘muhafazakar’ olmalıdır, ‘muhafazakar demokrat’ şirketler kazanmalı, ‘muhafazakar demokrat’ patronlar zengin olmalıdır ki, her ‘muhafazakar’ alanda ve her ‘muhafazakar’ kesimde ekonomik ilerleme olsun. Eğitim ‘muhafazakar’, bilim zaten ‘muhafazakar’ olmalıdır! Neydi o eskiden Darwin denen adam atmış ortaya bir teori çürütecez diye didin dur, toptan yasaklarım arkadaş, bu ülkede ‘muhafazakar demokrasi’ var!
No comments:
Post a Comment