Monday, November 11, 2013

Düşünün ki, Ayasofya Yıkılmış…



   Amerika’ya hiç gitmedim ama bu sene yüksek lisans başvurusu yapmak için, üniversitelerini etraflıca araştırdım. Orada aradıkları tek özelliğin aslında, farklı olmak olduğunu gördüm. Farklı olmak, kendine özgü olmak, başkalarının düşünemeyeceğini düşünmek en paha biçilmez mücevher olmak gibi bir şey onlar için. Çünkü farklı düşünen adam, Apple’ı kurabilir, farklı adam Facebook’u yaratır, farklı adam bilgisayarları kişisel hale getirmenin gerekliliğini ve bu büyük pazarı görür. 4.00’e yakın hatta 4.00 ortalamalarla kabul edilmeyen insanlar var, önemli olan sana verileni yapmak değil, senin olanı yapmak çünkü.
   Ben Amerika’ya gider miyim gitmez miyim bilinmez ama bu bakış açısı, kısaca fırsatçılık, girişimcilik onları bugünkü konumlarına getirmiş bulunmakta. Bugünkü konumları ise, en basit haliyle herkes bir Amerikan dizisi izliyorsa (filmleri zaten geçtik de), hala en çok tercih edilen bilgisayar ve akıllı telefon, tablet markası (pahalı olmasına rağmen) Apple’sa, herkesin facebook hesabı varsa -hamburger, Cola, mısır gevreği, bu örnekler hayatımızın öyle her yerindeki, benim tek tek sıralamama gerek yok- adamlar farklı bir şey yapıyorlar demek ki. Bence şunu yapıyorlar; fikirlere ve bireyselliğe son derece değer veriyorlar. Bu onlar için önemli, Türkiye’de ise tam tersi, sen ne kadar sıradan ve uyumluysan, ne kadar genel geçersen değerin o denli artıyor. En basit örnekle, iş yerinde, orada verilen işi ne kadar uygun yapacağınız önemlidir, sizin ne katacağınız, nasıl yaralı olacağınız değil. Verilen işi ne kadar sürede, ne kadar doğrulukla yaparsınız. Farklı insan belli kalıpların dışına çıkmak ister, bu elinde değildir, bu insanı doğru kullanırlarsa –ki bu da yine farklı olmayı gerektirir- işte o zaman piyasayı siz belirlersiniz, diğerleri sizin sisteminizin birer parçası olarak kalır. Bu her alanda böyledir.
   Ama bu karakter meselesi, düşünüş biçimi meselesi, değişir mi, bilmiyorum, pek umudum yok bu konuda, ama değişmesi için elimden gelen gayreti göstereceğim.
İkincisi kendi mesleğimle ilgili bir eleştirici olacak. Bu fark yaratamama özgün olamama konusuna yine burada yinelemekle beraber, ikincisi de etik olamamakla ilgili. Ne yazık ki, Türkiye’de mimarlık anlamında tek tük örneklerin dışında değerli ve özgün olan bir ürün olmadığı gibi, ahlaklı ve adaletli bir sektör anlayışı da yoktur (eğer çok nadir olarak varsa da onları tenzih ederek konuşuyorum). Ahlaklı değildir; çünkü ne yazık ki, kanunda açıkça sigortasız eleman çalıştırılmaması gerektiği halde ve bu bir insan hakkı ve çalışan hakkı olduğu halde, mimarlık ofislerinin büyük bir çoğunluğu hala yanında sigortasız eleman çalıştırmakta ve iş görüşmelerinde sigortasız çalışmayı teklif etmektedir. Bunun yanında, adaletsizdir; çünkü, çalışma süresi bir gün içinde en az 8 saat olması gerekirken, daha fazla çalışıldığında, fazla mesai ücreti ödenmesi gerekirken, hala mimar olarak yanlarında çalıştırdıklara elemanları, fazla mesai ücreti ödemeden bir günde en az 9-10 saat çalıştırmayı kendilerinde hak görüyorlar ve bunu doğal karşılıyorlar. Ayrıca, TMMOB’un belirlediği minimum ücretin yarısına adam çalıştırmayı düşünebiliyorlar, ki bu da asgari ücretin altındadır. Ayrıca adaletli maaşı veremeyeceği için değil, vermek istemediği için, mimarlık ofisi sahibi daha fazla kazanmak istediği için vermiyor, bu da bir gerçek. Görüldüğü gibi, mimarların, sosyal adalet konularında atıp tutması resmen komedi, hele Belediyeleri, rant için kenti mahvetmeleri konusunda eleştirmeleri iki yüzlülüğün dik alası. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol, aksi takdirde o hep dalga geçtiğin, suçladığın müteahhitler senden daha dürüst bu da bir gerçek ve senin bilmen gerekiyor.   
Şimdi, ben üniversite mezunuyum. Hem de alanında Türkiye’de birinci sırada öğrenci alan bir okulun. Türkiye’nin en iyi birkaç üniversitesinden birinden mezunum. Artı şeyleri hiç yazmayacağım, ben asgari ücretin altına, sigortasız bir şekilde, haftada en az 60 saat çalışarak mesleğimimi yapayım, yoksa gidip bir yerde garson olarak işe girip, en azından asgari ücret + yol + yemek + sigorta ve haftada 40 saat (kesin yani fazla çalıştırma hakları yok çünkü) çalışayım? Yani mantıklı olan ikinci seçenek değil mi? O zaman zavallı devlet beni bunca sene ne diye okuttu? Garson olayım diye mi? Devletin parasıyla çok iyi bir üniversite eğitimi aldım, lise eğitimi aldım, ortaokul, ilkokul, yurtdışında bir sene yine devletin parasıyla okudum, artı ailem bu kadar sene beni okuttu, yazık değil mi? Milletin vergisi boşa gitti! Bekleniyor ki, ben bu öğrendiğim bilgilerle, profesyonel anlamda ülkeyi ileri götüreceğim, nitelikli ürünler yaratacağım, ekonomiye katkı sağlayacağım? Nasıl yapacağım güzel kardeşlerim?
   Türkiye neden mi hala üçüncü dünya ülkesi? İşte tam da bu yüzden üçüncü dünya ülkesi, çünkü bilgi üretimi Türkiye’de YA-PI-LA-MI-YOR! Ne yazık ki! Artı milletin vergisi, üniversitelerde boşuna çarçur ediliyor, bu ülkede herkes, taksici garson, hademe, temizlikçi, işletmeci gibi bilgi birikimi ve akademik çözümleme bilgisi olmayan işlerde daha  rahat kazanıyor ve sosyal güvence elde ediyor.
   Madem mimarlık bu kadar ucuz bir uzmanlık, o halde bir önerim var; mimarlık bölümlerini toptan kapatın! Nasılsa, öyle veya böyle bir teknik lise mezunu da yapamaz mı bu projeleri, o kadar bile değer verilmiyor esasen mimarlık mezunlarına ama hadi neyse, o zaman bu kadar öğretim üyesi boşuna para yemez, devlet bütçesinden büyük bir yük kalkar, mimar olacağım diye tutturan öğrenciler, o puanla mühendis olurlar, işletme okurlar, ailelerin ve devletin emeği ve parası boşuna gitmez. Bunu yazmak bir mimar olarak ne kadar utanç verici olursa olsun, bu tabloya bakılırsa gerçek ne yazık ki.

   Ama şu da unutulmamalıdır ki, bugün İstanbul denince akla ilk gelen şey hala Ayasofyadır, Paris deyince Eiffel kulesi, Roma deyince Colosseum, Barcelona deyince Sagrada Familia, Mısır deyice Piramitler … Ne çılgın projeler, ne tüp geçitler, ne plazalar, ne plazalardaki şirketler, ne toplu konut siteleri, ne rezidanslar, ne alışveriş merkezleri… Mesela, Ayasofya’yı yıkın, İstanbul ne kaybeder, bir düşünün, bence kimliğini kaybeder, peki, Sapphire’i yıkın, İstanbul ne kaybeder, para kaybeder. Mimarlık eğitimi olmazsa, mimarlık pratiği olmazsa işte bizde Ayasofyasız İstanbul gibi kalırız. Çünkü mimarlık sosyal bilincin ve gelişmişliğin bir göstergesidir, hatta sosyal bilimlerle mühendislik bilimlerinin bir birleşimi, mimari sizin sandığınızdan da fazla benliğinizi etkileyen, yaşam tarzınızı belirleyen, toplum kimliğini, sizin bireysel kimliğinizi, çalışma azminizi, hayata bağlanmanızı bile etkileyen bir unsurdur. Bu mimari, nitelikliyse bütün bu saydıklarım da o denli nitelikli olur. Ancak nitelikli toplumlar, ekonomiye yön verir. Nitelikli toplumlar, nitelikli mimari üretir, kimliğini mimari üzerinden yazar. Nitelikli mimari de ancak akademik eğitim ve sağlam bir meslek etiğiyle olur. 

No comments: