Sunday, December 22, 2013

DEMOKRASİ…


Demokrasi demokrasi diyoruz, demokrasi lafından daha fazla duyduğumuz bir şey bugünlerde. Ya da belki de ülke kurulduğundan beri. Bir demokrasidir gidiyor? Peki nedir bu demokrasi, yenilir mi içilir mi?
Güzel bir şey, iyi bir şey heralde ki, herkesin ağzında, değil mi? Çok kaba olarak şöyle diyebiliriz, halka dayanan bir yönetim biçimi. Temel olarak, bir ülkede sınırları içinde yaşayan ve o ülkenin vatandaşı olan kişilerin tümünün eşit haklara sahip olduğu bir düzendir.

Peki ülkemizdeki durum da böyle mi? Biz demokratik bir ülke miyiz? Ya da demokratik bir ülke değil miyiz? Garip bir durum ama her iki sorunun da cevabı hem evet hem hayır? Yahu nasıl olur, bir şey ya vardır ya yoktur diyorsunuz değil mi? Biz demokratik bir ülke değiliz ama demokrasi duyarlılığı olan bir ülkeyiz, demokrasi özlemi olan bir ülkeyiz, demokratik bir yönetiminin tam da tersi yönetimleri benimsemiş her hükümetin, “demokratiğiz” demek zorunda hissettiği bir ülkeyiz. Mesela bilirsiniz, ABD’de iki parti vardır, demokratlar ve muhafazakarlar. Bir muhafazakar ben demokratım der mi? Demez, adam muhafazakar çünkü. Ama güzel ülkemde muhafazakarlar bile çıkıp, demokrasiden dem vuruyorsa, “muhafazakar demokrasi” demek zorunda kalıyorsa, demek ki muhafazakar toplumda bile bir demokrasi özlemi var!

Bu durumda, Türkiye demokratik değildir diyip, ezip geçmemek lazım. Alacağı daha çok uzun bir yol var, doğru! Bugün savaşlarla yakılıyıp yıkılan orta doğunun da tek umut ışığı Türkiye’dir. Sürekli düşüp, yaralanan, hastalanan, bazen nefes alacak mecali bile kalmayan demokrasimiz yaşıyor, ama ölmedi. Zor dünyaya geldi. İlk önce küvezde yaşama tutundu. Sonra, çok da zor bir çocukluk geçirdi. Savaşın kenarında durdu, darbeler yedi, hastalandı, yaralandı, kemikleri kırıldı. Ama o inatçı çıktı. Şimdi, genç biri, çocukluğunda olduğundan daha az kırılgan olsa da, başına gelenlerin ardı arkası kesilmedi ama hala savaşmaya devam ediyor.
Demokrasi Türkiye’de yaşamak için savaşa dursun; hemen yanında korkunç bir savaş oluyor. İnsanlar öldürülüyor, hem de masum insanlar. Sadece Ortadoğu’da doğmaktan başka suçu olmayan insanlar. Onlar için yaşam bir pamuk ipliğine bağlı, şehirler bombalanıyor. Tek dertleri, o günü ölmeden, yaralanmadan kotarmak olan bu insanlar neden bunu yaşıyor? Savaş orada neden hiç bitmiyor, bütün dünya orada; 3.Dünya Savaşı yıllardır sürüyor o topraklarda ve doğu batı her ülkenin askeri, oradaki kirli çıkar savaşlarının içindedir. Tarih daha sonra, Afganistan’da, Irak’da, Suriye’de, Libya’da, Filistin’de ve daha nice coğrafyalarda süren bu bitmek bilmez savaşı 3.Dünya Savaşı diye yazacak! Peki neden bu ülkelerde oluyor bütün bunlar? Diyeceksiniz ki, oradaki doğal kaynaklar falan filan. Avrupa’da yok mu sanıyorsunuz, Kanada’da, Avusturalya’da yok mu doğal kaynaklar, var. Bu savaşın orada olmasının tek sebebi, demokrasinin olmamasıdır. Hiçbir halk ülkesinde savaş görmek istemez. Yarın uyandığımızda, aklımızda, okula gitmek, derse girmek, işe gitmek, gıcık olduğunuz arkadaşınıza ne laf söyleyeceğiniz varsa, trafiğin durumu, havanın soğukluğu, gireceğiniz sınav, ödediğiniz kredi falan aklınızdaki dertlerinizse, siz demokratik bir ülkede yaşıyorsunuz demektir. Demokrasinin olmadığı ülkelerde, bomba sesleriyle uyanan insanlar, keskin nişancılar tarafından her an vurulma tehlikesiyle karşı karşıya yaşamaya hayatta kalmaya çalışıyorlar. Ve bugün o ülkelerden biri olmamamızın tek ve biricik nedeni, Mustafa Kemal gibi bir liderin 1923 yılında kurduğu, çok önce hayal etmeye başladığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. 

Eğer Mustafa Kemal olmasaydı, Türkiye coğrafyasında muhtemelen 5, 6 devlet olacaktı ve bugün aynı ofise gittiğimiz, aynı okuldan mezun olduğumuz, buluşup eğlendiğimiz arkadaşlarımızla savaşıyor olacaktık. Aldığımız arabanın, buzdolabının kredisini değil, silah sevkiyatını falan düşünüyor olacaktık. Böylece, yanı başımızdaki demokratik toplumların yaşamlarını da finanse ediyor olacaktık.
Savaş büyük bir ekonomik gelirdir. Birileri için, uğrunda öldürmeye ve ölmeye değer idealler yaratılır ve silah piyasasına yön verilir. Demokratik toplumlarda bunu yutturamazsın, kimse ölmek, öldürmek istemez, ama tek adama dayalı yönetime sahip ülkelerde, ne yazık ki halkın bunu yaşamaktan başka çaresi yoktur. İşte Mustafa Kemal’i bize bu şansı verdiği için hayatımı ve kişiliğimi borçlu hissediyorum.

Demokrasi bütün halkların özlemidir. Biz yaşam savaşı veren bir demokrasiye sahibiz, onun ölmesine izin vermemeliyiz. Her bir birey, ne düşünürse düşünsün, neye inanırsa inansın, demokrasiyi savunmalıdır, çünkü inandığı hayatın güvencesi demokrasi olacaktır. Hatta radikal bir dinciyse de bile demokrasiyi savunmalıdır, çünkü gün gelip güç başkasına geçtiğinde kimsenin ona sen niye bu hayatı yaşıyorsun deme hakkı olmamalıdır, tabii kendi yarattığı canavar bütün ülkenin üstüne çöküp, bütün hakları yemediyse, aynı İran’daki gibi.


Bugün bu yazıyı yazdım, çünkü Türkiye çok kritik bir zamanda. Yine bir sınav veriyor. Aynı zamanda Batı’da Türkiye ve Ortadoğu’yla ilgili bir sınav veriyor. Türkiye ya demokrasiyi büsbütün yitirip, tam da Batı’nın istediği gibi ve daha önceden planlandığı gibi birkaç göstermelik devlete bölünüp, 3.Dünya Savaşı’na katılacak ve Batı’nın savaş ekonomisine katkı sağlayacak ya da hiö de istenmeyen gibi tam demokratik bir toplum olarak Ortadoğu’ya umut vermeye ve gün geldiğinde bu savaş ekonomisine hep birlikte dur demeye muktedir olacak. Batı derken, Batı halklarını kastetmiyorum tabii, aman yanlış anlaşılmasın, ben orada aslında paraya yön veren bir ittifaktan bahsediyorum. Tabii bunlar benim bu yaşıma kadar görüp, okuyup yorumladığım düşüncelerim. Ben dünyadaki herkesin eşit haklara sahip olmasını savunuyorum, kimse doğduğu coğrafya nedeni ile hayata yenik başlamamalıdır. Afrika’da insanlar açlıktan ve hastalıktan, Ortadoğu’da mermiden ve bombadan ölüyorsa; bunun vebali herkesin üstündedir. Eminim Türkiye’deki bir çok insan da bu fikirde, bu yüzden umutluyum. Umutlu olmak istiyorum. 

Thursday, December 19, 2013

Soru İşaretinin Ünleme Dönüştüğü O An

Bazı insanlar etrafında olup bitenleri anlamaya çalışırken, soru işaretleri üst üste gelir. 

Bu soru işaretleri;

Hiç durup düşünmüyorlar mı?
Neden kimsenin umurunda değil?
Hala bu fikri nasıl savunur? Bir fikrin dayanakları, nedenleri nasılları olmalı, onlar nerede?
Görmüyorlar mı? İnsan bunu nasıl görmemezlikten gelir? Niye?
Anlamıyorlar mı?
Anlamak mı istemiyorlar?
Bu kadar önyargılı ve kör nasıl olunur?
Neden biri bunu seçer?

Sonunda bütün bu sorular, cevapla buluştuğu noktada ünlemlere dönüşür.
Bu ünlemler önce şaşkınlık, sonra kızgınlık ve umutsuzluk belirtir.


İnsanları, sanırım, yapılan kötülükten çok kötülüğe göz yumulması ve kötülüğün  basitleştirmesi, meşru kılınması hatta ve hatta açıktan açığa desteklenmesi mahvediyor, yok ediyor, kırıyor ve bütün umutları yıkıyor, yaşam sevincini söndürüyor! 

Wednesday, December 11, 2013

Bırak Bu İşleri Devlet Su İşleri

Evet uzunca bir süre yazamadım, nedeni de yazmak istesem de kara şeyler yazacağımı düşündüğümden, eleştiriler, haksızlıklar gibi; ama zaten onları yaşıyoruz hepimiz, bir de kendim için bir kaçış noktası olarak gördüğüm blogumda olmalarına gerek yok diye düşündüm. Ama ne çare yine çok ama çok kara bir şey yazmaya mecbur oldum. İnsanoğlunun en karanlık yüzünden bahsedeceğim. En gizli, en mahrem anlarından, hiç de ‘cool’ olmadığı anlardan. Evet.
Mevlana’nın bir sözü var; herkes bilir :

-Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.

Bunun popüler kültürdeki karşılığını da :

-Ya gel bana sahici sahici ya da anca gidersin! şeklinde sevgili Tarkan söylerdi, ahh ahhh! Heralde insanın en sahici olduğu zamanlar çocukluk zamanlarıydı. Çünkü “havalı” olma durumu, bir çevreye ait olma durumu henüz yoktu.

Geçenlerde okula uğradım bir işim için, okulu bitirip yüksek lisansa başlayanlar, bir adet kalın çerçeveli geniş gözlük edinmiş hemen, tez konusundan önce tez imajı gelmiş tabii. İmaj ne kadar önemliyse imajı korumak aynı derecede önemlidir. Misal, bağımsız film festivallerinde izlediğin, bir el kamerasıyla çekilmiş kötü bir filmin kötü olduğunu –hele ki, bilmem nerede iyi bir eleştirisi çıktıysa- iddia edemezsin. O festivale gitmeyi hiç istemesen de gitmemezlik edemezsin. Arkadaşlarının bir barda yaptığı abuk sabuk, ritmi bile olmayan bir şeyi ve sevmiş gibi davranmak,

-Abi çok alternatif bir tarz yaa, çok sevdim, deyip

-Herkes anlamıyor bunu, mainstream bir tarz değil yani bizim yaptığımız şey çok daha yeni, çok orijinal… diyen o çooook orijinal havalı arkadaşına,

-Aynen yaa, ben mainstream olan her şeyden nefret ediyorum zaten, herkes gibi olmak bana göre değil, diyerek onaylaman lazım. Ama sana acı bir şey söyleyeyim mi, sen bayağı herkes gibisin, herkes gibi çevre yapmaya çalışıyorsun ya da dümdüz, katıksız mainstream bir tipsin ve daha da acısı evet arkadaşın müzik yapamıyor, sen söyleyemiyorsun ya, bunu ona söyleyen kişi ama havalı biri olacak.

Bir zamanların klişesi, ben hiç magazin izlemem gibi, şimdi de ayy ben hiç Türk dizisi izlemiyorum yaa diyen bir kitle var. Türk dizisinin çok çevresinden dolanarak, konuyu dağıtmadan, yok diyorum yalan. Evinde televizyon varsa mutlaka izliyorsun, hatta böyle diyen bir tipin, Aşkın İnce Halleri falan adında bir Türk dizisi fanatiği olduğunu düşünürüm hep. Böyle bir dizi var mı bilmiyorum ama dalga geçmek için düşüneceğim isimlerden biri olana “Hıyanet Sarmalı” adında bir dizi reklamı gördüm metroda ve otobüs duraklarında, yani hiç olmadı insan bir kere merakından izler değil mi? Benim televizyonum olsa izlerdim kesin. “Ben hiç Türkçe müzik dinlemiyorum” da keza böyle, o zaman sorarlar adama, güya daha entelektüel şeyler ya da zeka seviyesi gerektiren şeyler mi yapıyorsun onun yerine, yooo! “Muhteşem Yüzyıl” izlemiyorsun da, bir Crossfire hastası mısın, hayır, “Game of Thrones” izliyorsun, yok Hande Yener dinlemiyorsun da, Billie Holiday mi dinliyorsun, yooo, Lady Gaga dinliyorsun. Eeee, yani çok da farklı değil bu söylediklerin. O zaman bence gel sen yaa bu söylemlerini değiştir ya da bunların seni havalı yaptığını düşünmekten vazgeç.

Gibi …


Hazır anmışken o zaman bir Billie Holiday şarkısını da paylaşayım, insanın kendi kendisine söyleyeceği en güzel şarkılardan biri:

When you’re smiling
The whole world smiles with you
When you’re laughing
The sun comes shining through
But when you’re crying
You bring on the rain

So stop your sighing, be happy again! 

Wednesday, November 27, 2013

Mexico City'den Çorum'a...



Dün gece rüyamda çok garip bir şey gördüm…

Rüya benim gözümden başlıyor, böyle ara bir sokaktayım, nedense üstümdeki kıyafetler bir garip derken, aynaya bir bakıyorum. Bayağı erkek olmuşum. O an yaşadığım dehşet çok fena, suratım ellerim, saçlarım, hatta bıyığım var… Erkek olmuşum!! Nasıl olabilir diye düşünürken, o ilk dehşet anı geçtikten sonra, bayağı yakışıklı bir erkek olduğumu düşünüyorum ve diyorum offf kendim ben olmasaydım, erkek halim benden ayrı biri olsaydı, ben de ben olsaydım kesin aşık olurdum. Belki erkek halim, kız halimden daha çok prim yapardı…

En azından öküz olmazdım bence… Şöyle bir nasıl erkek olurdum diye düşündüm de, bence iyi olurdum ama yine de erkek olmak istemezdim. Çünkü kız olmak çok daha eğlenceli ve kızlar çok daha şeytan. Mesela hiçbir erkek bir kızı elde edeyim diye komplolar kurup, taktikler geliştirip, işte mesajına şu kadar zaman sonra cevap vereyim şöyle yapayım böyle yapayım diye düşünmüyordur. Böyle oyunlara maruz kalmak ve hiçbir zaman anlamamak istemezdim doğrusu…

Ya da belki de bu küçüklüğümden kalma bir durum. Babaannemin Yalan Rüzgarı izlediği zamanlardan, çünkü sürekli bir komplo havası, bir tuzak kurma, tuzağa düşürme durumu vardı o dizilerde… Bir av ve avcı ilişkisi… Benim izlediğim çizgi filmlerden çok farklıydı. Pek de anlamazdım tabii ama, balıklarımın ismini Alex ve Victor  koyacak kadar anlamışım en azından. Şimdi hala yayınlanıyor mu bilmiyorum ama, televizyonum olmadığından pek izleyemiyorum akşamüstü kuşağını, ben şöyle bir ilkokul orta okul seviyesine gelinceye kadar akşamüzeri pembe diziler olurdu. Hatta sabah da olurdu. Şöyle bir şey hatırlıyorum, öğlen okula gittiğim zamanlarda yani öğlenci olduğum zamanlarda, Maria Mercedes diye bir dizi izliyordum, Arı Maya’dan sonra başlıyordu. Önce Arı Maya’yı sonra Maria Mercedes’i izliyordum, bendeki duygu karmaşasını düşünün artık!

Birinde neşeli neşeli bal toplayan arılar, bir 20 dk sonra;

-Seni seviyorum Juan Carlos! Bana inanmalısın!

-Sana inanmıyorum Maria Mercedes! Senden nefret ediyorum!

-Benim suçum yok Juan Carlos, Carmen yalan söylüyor, Sebastian’la sadece arkadaşız!

Ertesi gün Arı Maya’yı şu kafayla izliyorum:

-Bence Philip kesin Maya’yı seviyor!
Philip de arı tabii bu arada, birlikte maceradan maceraya koşuyorlar.

Neyse bence yine şanlıymışım, şunları da izliyor olabilirdim:

Türkü nağmeleri ile göbek atan insanlar, sonra:

-Ayyy Zehra Teyzeee, ne göbek attın yaş kaç?

-Altmış yedi.

-Maşallah, nerden geliyorsun?

-Çorum.

-Anlat bakalım kendinden bahset?

-Çorumluyum, ev kendimin, üçüncü kocam 6 ay önce sizlere ömür, üç oğlan, iki kız var, hepsi evli, 5 torunum var.

-Allah bağışlasın. Neden evlenmek istiyorsun?

-Hayat eşi arıyom kendime, gezmek, eğlenmek istiyom.

-O zaman hemen talibin Mahmut Amca geliyorrrr…

Mahmut Amca da bir süre göbek attıktan sonra Zehra Teyze’yle birbirlerini tanımaya çalışırlar, sunucunun da yardımı ile,

-Hoş geldin Mahmut Amca, yaş kaç?

-Altmış beş.

-Ohh, maşallah, niye Zehra Teyze’ye talip oldunuz?

-Televizyonda gördüm, çok beğendim kendisini.

-Zehra Teyze sorun var mı Mahmut Amca’ya?

-Evet, evi kendinin mi onu sormak isterim öncelikle.

Daha  sonra, emekliliği, sigortası, mal varlığı, çocuklarının ayak bağı olup olmayacağı, maaşı didik didik sorulup, maddi olarak tatmin olunursa,

-Hee, ben de beğendim kendisini, denmek sureti ile göbek atma faslına başanır tekrar ya da

Madden tatmin olunmayınca,

-Bana uygun değil, …. Hanım, denmek sureti ile bir daha göbek atılmasına şahit olup, aşkı bu şekilde değerlendirebilirdim.

Aslında, şimdi düşününce, Maria Mercedes’in mantığı da pek farklı değildi, karakterlerin daha çekici olmasının yanında, Juan Carlos bilmem ne şirketinin sahibi olmasa, malikanede yaşamasa, son model bir araba kullanarak tenis oynamaya gidiyor olmasa falan belki Maria Mercedes’in pek de bir şey ifade etmeyecekti. Yani Zehra Teyze bir Maria Mercedes olmadığı için istekleri daha makul, ev kira olmasın, emeklisi olsun falan gibi, bir de belki daha bir dürüst.

Evet, belki de bu akşamüstü kuşağıyla yetişmiş nesil şöyle olacak;

-Can naber? Senden hoşlanıyor gibiyim ama emin olamadım, aylık gelirin ne kadar?

-5000 TL

-Gayri menkul durumları nasıl? Ev, arsa? Araban var mı? 

Sonra belki hep beraber göbek atarlar. Bilemiyorum. Bu evlilik işlerini 60 yaşındakilerin süzülmüş hayat tecrübeleri ile yorumlayışlarını gören bir nesil olarak muhtemelen bizden çok daha başarı olurlar.


Tuesday, November 26, 2013

Seçtiklerimiz mi bizi belirliyor, yoksa seçilmediklerimiz mi?

Galibiyetlerimiz mi daha değerli, yenilgilerimiz mi?

Hep kazanılanlar bizi sınırlar mı? Hiç kaybettiğiniz için kazandınız mı? Peki bütün kayıplar kazanç, kazançlar kayıp olur mu?
2005… Haziran… İlk kez üniversite sınavına giriyorum, heyecandan ve stresten midem ağrıyor, ama olacak diyorum kendime hayallerime kavuşacağım, ya yapamazsam diyorum bir yandan… Girdim sınava… Çıktım… Hayatımın en kötü en çaresiz ve inancını kaybetmiş zamanlarını  yaşayarak, istemediğim bir okula istemediğim bir bölüme gitmeye karar verdim. Önce hazırlık okudum, sonra bölüm dersleri başladı. İki sene okudum. Bu arada o okulda istediğim bölüme geçiş yapmayı düşündüm, ama ben öyle ikinci yolları falan hiç beceremem, o da tabii ki olmadı, bir kere hiç başvuramadım, bir kere de reddedildim. Sonra dedim ki, ya kendime olan inancımı kaybedeceğim ve burada kalacağım ya da bütün benliğimle çalışarak en istediğim yere gireceğim. En istediğim yer, en iyisi olsa bile… Her şeyi bıraktım, bir daha sınava girdim ve dört sene boyunca her gün okula giderken hayallerimi yaşadım, çok mutlu oldum. Tek istediğim bölümü, tek istediğim yerde okudum. Kimseyle kendimi karşılaştırmıyorum bu yüzden, herkesin kendi hayatı, kendi koşulları ve yolları var. Benimki de buydu. Diyorum ki, beni yatay geçiş için kabul etmemeleri benim şansım olmuş, böylece istediğim şeye kıyısından değil, tam da ortasından geçerek ulaştım, tam istediğim şekilde.

Anladım ki, insanın kendine olan güveni gittiğinde ruhu da beraberinde gidiyor. En önemli şey, bütün yenilgilerden sonra kendini toplayıp, hayatına yön vermek, kontrolü eline almak!
Şimdi yine böyle bir durum ile karşı karşıyayım yıllar sonra, belki de şöyle demem gerek kendime;

Buraya gelirken amacın neydi? Gerçekten hayattan ne istiyorsun her şeyi unutup bunu söyle…


Tuesday, November 12, 2013

Boooozaaa ve diğerleri…

Uzun zamandır duymadığım bir sesi duyarak şaşırdım az önce.
-Boooozaaa…
   Saat boza satılacak kadar geç değil, sadece 21:40, hava da o kadar soğuk değil, evet. Ama kim bu sesi duyup da geriye dönmez ki, ben dönüyorum ve bir çoğumuzun da çocukluğuna döndüğünü biliyorum. Kış, yatağındasın, yorganın altına iyice gömülmüşsün, dışarıda neredeyse sessizlik hakim, kedilerin miyavlaması daha net ve yankılı duyuluyor, uzak caddeden geçen bir arabanın sesi duyulup, kayboluyor, ara ara rüzgarın sesini duyuyorsun ve birden bir insan:
-Boooozaaa… Boooozaaa… diye bağırıyor.
   O zamanlar bozanın ne olduğunu bildiğimden emin değilim, sadece bir insanın o saatte yatağında olması gerektiğini, sokakta kim bilir ne kadar yalnız olduğunu ve hiç korkup korkmadığını düşünürdüm. Kendi halimden son derece memnun bir şekilde uykuya dalardım.
   Biraz daha büyüyünce, bozanın bir içecek olduğunu anladım ya da öğrendim sanırım, ama niye gece satılıyordu ki? Bunu araştırdım, sonuçta herkes bir şeyler söylemiş, ama genel geçer bir hikaye, bir anekdot bulamadım bununla ilgili.
   Ama bozayla ilgili ilginç bir şey öğrendim, bir nevi bira gibi bir içecekmiş, sonuçta mayalanarak üretildiği için, bir miktar alkol açığa çıkıyor, hatta ‘ekşi boza’ denilen türünde bozayı içki kategorisine sokacak derecede alkol bulunurmuş, asıl boza da oymuş aslında, bunu o dönemin ekşi boza satan bozahanelerinin sayısının, diğerlerine oranla epeyce yüksek olmasından anlayabiliyoruz. Bu yüzden bir dönem Osmanlı’da yasaklandığı bile olmuş. Böylelikle günümüze kalan, alkolsüz boza olmuş. Boza Osmanlı döneminde de gece satılırmış, yani bir gelenek var aslında. Bozacılar, gece yanlarında bir fener eşliğinde gezerlermiş sokaklarda.  Boza hakkında bu kadar bilgim oldu bunca sene sonra, eğer bir daha duyarsam, bozacıyı çağırıp boza alacağım, bir yerde geleneği yaşatmak lazım, ayrıca da karşılaşmanın zamanı geldi artık.

   
  

   Bununla birlikte, araştırmalarım sonucu bozacı üzerinden yapılan bir reklam da buldum, gayet yaratıcı, bu reklamı ben hayal meyal hatırlıyorum, o zamanlar çocuktum, kaç yılıydı bilmiyorum ama 90’ların sonu veya 2000’leri başı olsa gerek. Daha muhafazakarlaştıramadıklarının medyada ve basında yaşayabildiği zamanlar, dindar ve kindar gençlik modelinin ortaya atılmadığı, her aileden en az 3 çocuk beklenmediği, bir erkeğin birden fazla karısının olmasının doğal olduğu, hatta kadınların kocalarına arkadaşları ile birlikte olmasını salık vermesinin de bittabi doğal olduğunu savunan aile danışmanlarının(!) hayal bile edilemediği, bozacının ‘ekşi boza’sını gece 22.00’den sonra satabildiği yıllardı o yıllardı, yani ileri demokrasi ve özgürlük yoktu şimdiki gibi. Zaten bir demokrasi ‘muhafazakar’ olmadığı müddetçe demokrasi sayılamaz. Özgürleşme ancak ve ancak ‘muhafazakar’ olursa özgürleşmedir. Halk dediğin ‘muhafazakar’dır. ‘Bizim muhafazakar demokrat’ yapımıza uymayan üç beş çapulcu halk olamaz. Sanat dediğin de elbette ki ‘muhafazakar’ tarafından olacaktır. Bale denilen şey ise Türk aile yapısına, örf ve adetlerine kesinlikle uygun değildir. Affedersiniz, buradaki ‘Türk’ kelimesini çıkaralım, biz darbeci miyiz, ırkçı mıyız değil mi efendim, huzur ve güven ortamını bozmayalım. Ekonomik gelişme de tabii ki, bundan doğal ne var, ‘muhafazakar’ olmalıdır, ‘muhafazakar demokrat’ şirketler kazanmalı, ‘muhafazakar demokrat’ patronlar zengin olmalıdır ki, her ‘muhafazakar’ alanda ve her ‘muhafazakar’ kesimde ekonomik ilerleme olsun. Eğitim ‘muhafazakar’, bilim zaten ‘muhafazakar’ olmalıdır! Neydi o eskiden Darwin denen adam atmış ortaya bir teori çürütecez diye didin dur, toptan yasaklarım arkadaş, bu ülkede ‘muhafazakar demokrasi’ var! 

Monday, November 11, 2013

Düşünün ki, Ayasofya Yıkılmış…



   Amerika’ya hiç gitmedim ama bu sene yüksek lisans başvurusu yapmak için, üniversitelerini etraflıca araştırdım. Orada aradıkları tek özelliğin aslında, farklı olmak olduğunu gördüm. Farklı olmak, kendine özgü olmak, başkalarının düşünemeyeceğini düşünmek en paha biçilmez mücevher olmak gibi bir şey onlar için. Çünkü farklı düşünen adam, Apple’ı kurabilir, farklı adam Facebook’u yaratır, farklı adam bilgisayarları kişisel hale getirmenin gerekliliğini ve bu büyük pazarı görür. 4.00’e yakın hatta 4.00 ortalamalarla kabul edilmeyen insanlar var, önemli olan sana verileni yapmak değil, senin olanı yapmak çünkü.
   Ben Amerika’ya gider miyim gitmez miyim bilinmez ama bu bakış açısı, kısaca fırsatçılık, girişimcilik onları bugünkü konumlarına getirmiş bulunmakta. Bugünkü konumları ise, en basit haliyle herkes bir Amerikan dizisi izliyorsa (filmleri zaten geçtik de), hala en çok tercih edilen bilgisayar ve akıllı telefon, tablet markası (pahalı olmasına rağmen) Apple’sa, herkesin facebook hesabı varsa -hamburger, Cola, mısır gevreği, bu örnekler hayatımızın öyle her yerindeki, benim tek tek sıralamama gerek yok- adamlar farklı bir şey yapıyorlar demek ki. Bence şunu yapıyorlar; fikirlere ve bireyselliğe son derece değer veriyorlar. Bu onlar için önemli, Türkiye’de ise tam tersi, sen ne kadar sıradan ve uyumluysan, ne kadar genel geçersen değerin o denli artıyor. En basit örnekle, iş yerinde, orada verilen işi ne kadar uygun yapacağınız önemlidir, sizin ne katacağınız, nasıl yaralı olacağınız değil. Verilen işi ne kadar sürede, ne kadar doğrulukla yaparsınız. Farklı insan belli kalıpların dışına çıkmak ister, bu elinde değildir, bu insanı doğru kullanırlarsa –ki bu da yine farklı olmayı gerektirir- işte o zaman piyasayı siz belirlersiniz, diğerleri sizin sisteminizin birer parçası olarak kalır. Bu her alanda böyledir.
   Ama bu karakter meselesi, düşünüş biçimi meselesi, değişir mi, bilmiyorum, pek umudum yok bu konuda, ama değişmesi için elimden gelen gayreti göstereceğim.
İkincisi kendi mesleğimle ilgili bir eleştirici olacak. Bu fark yaratamama özgün olamama konusuna yine burada yinelemekle beraber, ikincisi de etik olamamakla ilgili. Ne yazık ki, Türkiye’de mimarlık anlamında tek tük örneklerin dışında değerli ve özgün olan bir ürün olmadığı gibi, ahlaklı ve adaletli bir sektör anlayışı da yoktur (eğer çok nadir olarak varsa da onları tenzih ederek konuşuyorum). Ahlaklı değildir; çünkü ne yazık ki, kanunda açıkça sigortasız eleman çalıştırılmaması gerektiği halde ve bu bir insan hakkı ve çalışan hakkı olduğu halde, mimarlık ofislerinin büyük bir çoğunluğu hala yanında sigortasız eleman çalıştırmakta ve iş görüşmelerinde sigortasız çalışmayı teklif etmektedir. Bunun yanında, adaletsizdir; çünkü, çalışma süresi bir gün içinde en az 8 saat olması gerekirken, daha fazla çalışıldığında, fazla mesai ücreti ödenmesi gerekirken, hala mimar olarak yanlarında çalıştırdıklara elemanları, fazla mesai ücreti ödemeden bir günde en az 9-10 saat çalıştırmayı kendilerinde hak görüyorlar ve bunu doğal karşılıyorlar. Ayrıca, TMMOB’un belirlediği minimum ücretin yarısına adam çalıştırmayı düşünebiliyorlar, ki bu da asgari ücretin altındadır. Ayrıca adaletli maaşı veremeyeceği için değil, vermek istemediği için, mimarlık ofisi sahibi daha fazla kazanmak istediği için vermiyor, bu da bir gerçek. Görüldüğü gibi, mimarların, sosyal adalet konularında atıp tutması resmen komedi, hele Belediyeleri, rant için kenti mahvetmeleri konusunda eleştirmeleri iki yüzlülüğün dik alası. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol, aksi takdirde o hep dalga geçtiğin, suçladığın müteahhitler senden daha dürüst bu da bir gerçek ve senin bilmen gerekiyor.   
Şimdi, ben üniversite mezunuyum. Hem de alanında Türkiye’de birinci sırada öğrenci alan bir okulun. Türkiye’nin en iyi birkaç üniversitesinden birinden mezunum. Artı şeyleri hiç yazmayacağım, ben asgari ücretin altına, sigortasız bir şekilde, haftada en az 60 saat çalışarak mesleğimimi yapayım, yoksa gidip bir yerde garson olarak işe girip, en azından asgari ücret + yol + yemek + sigorta ve haftada 40 saat (kesin yani fazla çalıştırma hakları yok çünkü) çalışayım? Yani mantıklı olan ikinci seçenek değil mi? O zaman zavallı devlet beni bunca sene ne diye okuttu? Garson olayım diye mi? Devletin parasıyla çok iyi bir üniversite eğitimi aldım, lise eğitimi aldım, ortaokul, ilkokul, yurtdışında bir sene yine devletin parasıyla okudum, artı ailem bu kadar sene beni okuttu, yazık değil mi? Milletin vergisi boşa gitti! Bekleniyor ki, ben bu öğrendiğim bilgilerle, profesyonel anlamda ülkeyi ileri götüreceğim, nitelikli ürünler yaratacağım, ekonomiye katkı sağlayacağım? Nasıl yapacağım güzel kardeşlerim?
   Türkiye neden mi hala üçüncü dünya ülkesi? İşte tam da bu yüzden üçüncü dünya ülkesi, çünkü bilgi üretimi Türkiye’de YA-PI-LA-MI-YOR! Ne yazık ki! Artı milletin vergisi, üniversitelerde boşuna çarçur ediliyor, bu ülkede herkes, taksici garson, hademe, temizlikçi, işletmeci gibi bilgi birikimi ve akademik çözümleme bilgisi olmayan işlerde daha  rahat kazanıyor ve sosyal güvence elde ediyor.
   Madem mimarlık bu kadar ucuz bir uzmanlık, o halde bir önerim var; mimarlık bölümlerini toptan kapatın! Nasılsa, öyle veya böyle bir teknik lise mezunu da yapamaz mı bu projeleri, o kadar bile değer verilmiyor esasen mimarlık mezunlarına ama hadi neyse, o zaman bu kadar öğretim üyesi boşuna para yemez, devlet bütçesinden büyük bir yük kalkar, mimar olacağım diye tutturan öğrenciler, o puanla mühendis olurlar, işletme okurlar, ailelerin ve devletin emeği ve parası boşuna gitmez. Bunu yazmak bir mimar olarak ne kadar utanç verici olursa olsun, bu tabloya bakılırsa gerçek ne yazık ki.

   Ama şu da unutulmamalıdır ki, bugün İstanbul denince akla ilk gelen şey hala Ayasofyadır, Paris deyince Eiffel kulesi, Roma deyince Colosseum, Barcelona deyince Sagrada Familia, Mısır deyice Piramitler … Ne çılgın projeler, ne tüp geçitler, ne plazalar, ne plazalardaki şirketler, ne toplu konut siteleri, ne rezidanslar, ne alışveriş merkezleri… Mesela, Ayasofya’yı yıkın, İstanbul ne kaybeder, bir düşünün, bence kimliğini kaybeder, peki, Sapphire’i yıkın, İstanbul ne kaybeder, para kaybeder. Mimarlık eğitimi olmazsa, mimarlık pratiği olmazsa işte bizde Ayasofyasız İstanbul gibi kalırız. Çünkü mimarlık sosyal bilincin ve gelişmişliğin bir göstergesidir, hatta sosyal bilimlerle mühendislik bilimlerinin bir birleşimi, mimari sizin sandığınızdan da fazla benliğinizi etkileyen, yaşam tarzınızı belirleyen, toplum kimliğini, sizin bireysel kimliğinizi, çalışma azminizi, hayata bağlanmanızı bile etkileyen bir unsurdur. Bu mimari, nitelikliyse bütün bu saydıklarım da o denli nitelikli olur. Ancak nitelikli toplumlar, ekonomiye yön verir. Nitelikli toplumlar, nitelikli mimari üretir, kimliğini mimari üzerinden yazar. Nitelikli mimari de ancak akademik eğitim ve sağlam bir meslek etiğiyle olur. 

Friday, November 08, 2013

AAA-SOSYAL MEDYA!


   Bilenler bilirler, teknolojiye son derece büyük bir saygım vardır. Hele sosyal medyaya ayrı bir sempatim var. Hatta bitirme projemde mimari mekanla sosyal medyadaki sanal mekanlar nasıl harmanlanabilir, bu sanal platformlar nasıl fiziksel mekanla bir araya gelebilir üzerine bir proje yapmıştım. (Ay bu cümleyi yazmak, beni başvuru mektubu yazdığım zamanlara götürdü, pek hoşlanmadım, neyse.) Peki ben sosyal medyayı çok kullanan ya da ,ne demeliyim, iyi kullanan bir insan mıyım? Kesinlikle hayır. Ben sosyal medyayı yanlış kullanan insanlardanım kesinlikle. Özellikle facebook denilen lanet yok mu, ahh! Çalışmak zorunda olduğun ama çalışmanın bir türlü içinden gelmediği anlarda adeta bir bataklığa saplanır gibi saplandığın o facebook!
   Bir facebooka bakayım sonra başlarım dediğiniz o anlar size de sonun başlangıcı gibi gelmiyor mu? Ve gerçekten facebook olmasa çoktan unutup gideceğin bir tomar insanın hayatlarının en ince detayına kadar öğrenmenin verdiği o garip, rahatsız edici, ama bir şekilde seni içine çeken duygu, nedir o ya?
   Hadi onları hayatının bir döneminde tanıdın, tamam, ama yanlarındaki insanların (ki gerçekten hiç tanımıyorsun, muhtemelen de tanışmayacaksın) profillerine (bu profil de garip bir şey, kişilik yerine profil falan, ama şimdi bunun sosyolojik ve psikolojik irdelemesine girmem, ne de olsa hepimiz aynı gemideyiz bir yerde) girip bakmak nedir? Yooo, yooo, ben sapık değilim, bunu herkes yapıyor biliyorum! En azından herkes, bir kere bile olsa (ki sen de ben de biliyoruz, birden fazla kere) bir arkadaşın profilinde gördüğü birine bakmıştır. Bu bazen zincirleme olabiliyor, yani şöyle:
   -Kimmiş bu kız yaa, klik, hmmm bizim okuldaymış, hiç görmedim, 33 ortak arkadaş, vayy, kimmiş bunlar, haaa onu da mı tanıyormuş, klik, bu resimdeki çocuk kim, klik, bu ne demiş, klik, bu kim, klik, tanımıyorum, nerden bu, klik, resimlere bakayım, klik, yurtdışında, klik, yazlıkta, klik, ayak fotoğrafı, klik, kediyle, klik, pehhh sıkıldım, şu kim, klik, klik, klik, klik, klik, klik, klik…
   Böylece hiç tanımadığınız bir ton insanın hayatına ait detayları beyniniz yüklerken, zaman akıyor, bu akan zaman zarfı için de asıl yapılması gereken işler hep bir kenarda biçare bekliyorlar. Sonunda, bilgisayar başında geçirilen vaktin, yüzde 80’i, yüzde 90’nın ayak, kek, çay, içki kadehi olan fotoğraflara bakmakla geçiyor! Ve durup şöyle soruyorsunuz, bunu kendime neden yaptım? Neden? Ama yapmaktan da vazgeçemiyorsunuz… İşleriniz zamanında bitmediği için gerçek sosyal paylaşımlarda bulunamıyorsunuz. Böyle bir çelişki, bir döngü bu!
   Evet bu yazıyı da, aslında yapmam gereken başka bir şeyi ihmal ederek yazdığım, doğrudur. Ama zevk alıyorum, napayım?
   Ama yiğidi öldürelim hakkını yemeyelim,  hakkında bilgi edinmek istediğimiz bir kişinin külot rengine kadar kolayca öğrenebildiğimiz hangi platform vardı daha önce? Hem de o kişinin rızası dahilinde öğreniyorsun, yazmış, yapmış, yüklemiş, sunuma hazırlamış kendini. Profili kabak gibi, neden bakmayalım değil mi? Artık herkes daha şeffaf, ne düşündüğü, ne okuduğu, ne dinlediği, kiminle arkadaş olduğu, nerede çalıştığı, okuduğu, her şey belli, bir gizemimiz kalmadı yani. Eskiden pek mi bi gizemliydiniz diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Cevap veriyorum, evet! Ahh be ilkokul arkadaşım, ben senin dün nerede kimle yemek yediğini biliyorum yahu! Sen de benimkini biliyorsun, söyle bana, sen de “ilkokulda bi İrem vardı, ne oldu ona acaba” diye düşünmeyi ve sonra bir 10 yıl beni unutmayı istemez miydin! Bu gizem nerede şimdi?
  Benim değil ama teyzemin başına gelen küçük bir olayı da anlatmak istiyorum bu ilkokul arkadaşı konusunda… Teyzem diye söylemiyorum kendisi çok başarılı bir doktor ve akademisyendir. Bir gün facebook açmaya karar vermiş, facebooka üye olurken de malumunuz, işte nerede okudun nerede çalışıyorsun gibi sorular var, teyzem de ortaokulunu yazmış, ama bakmış bir ton şey var, sıkılmış, kapatmış. Ertesi gün facebookta bir mesaj;
“ Merhaba …,
ben ilkokuldan …, hayrola sen akıllı çalışkan bir kızdın, ortaokula kadar mı okudun? Çok üzüldüm :( “
Neymiş, gizemi bozmamak lazımmış…


Sunday, November 03, 2013

Paranoyalar

  Geçen gün bir yazı okudum, daha doğrusu bir çizgi-hikaye gibi bir şey diyeyim… Paranoyalardan bahsediyordu. Daha doğrusu, yazan kişi paranoyalarının gerçek olduğuna yürekten inanmıştı. Olay şu, sinemaya gidiyor, yanında bir çift var, kızla erkek yer değiştiriyor, argümanı şu, ben sanki asılacağım o kıza niye yer değiştiriyorlar ki, diye rahatsız olduğunu ifade ediyor bu ve bunun benzeri örneklerle. Tabii haklı olabilir veya olmayabilir, bunu bilmiyoruz.
Ama bazen olayları tersinden düşününce o kadar komik oluyor ki, belki de olay şöyledir:
Kız, facebooktan check-in yapıyor bir yandan:
-İyi ki geldik bu filme canım, çok merak ediyorum.
Kız düşünce balonu:
o o o Ne etcem yaa, dünyayı kurtarıyorlarmış bilmem ne!
Çocuk:
-Sen ilk ikisini izlemiş miydin?
O arada, gayet kalıplı bir amcam ilk ikisini izlemiş bir şekilde, lönk diye kızın önüne oturur.
Kız:
-Yaaa!
Çocuk, gayet centilmen, ne yapsın mecbur yer değiştirecek:
-Sen buraya geç istersen…
Çocuk düşünce balonu:
o o o Has..r yaa, nerden çıktı bu adam, ben görebilir miyim acaba, hadi o kısa boylu da, hadi beee, görülmüyor işte, ulan gelmeyecektim bu filme kızla şimdi, ilk ikisini izlememiş daha, üçüncüyü tabak gibi izlesin, ooff, neyse, Emre’lerle bi daha giderim nasılsa..
Çocuk:
-Böyle daha rahatsın di mi aşkım?
Kız:
-Evet canııım, tişikkür ederim
Kız düşünce balonu:
o o o Off şimdi iki saat ne filmi bu yaa, neyse, şu ay bi bitsin, sevimli bebek sesi taklidini de bırakıcam zaten, kaç yaşına geldim, yakışmıyor ama eski alışkanlık bir kurtulamadım gitti yaa, ya da bırakmayayım yaa, ne de olsa hep bi gideri var, ivit ivit bince blakmiim, mivivi, sevimli böyle yaa, kırışıklıklarım da var, evet  ama olsun, bi çocuk taklidi, tamamdır…
Hikayemizin kahramanı düşünce balonu:
o o o Ulan ne hıyar çift, sanki yicem kızı, hemen yer değiştirdiler, kırolar…
Böyle de olmuş olabilir, ama algımız bize bazen oyunlar oynar. Hehhe, mesela lise de en romantik olduğun zamanlar, şöyle baktı, böyle baktı muhabbeti çok vardır ya. Lisede tenefüste hoşlandığın çocuğu görürsün mesela kapıdan çıkarken, bir an göz göze gelirsin, sonra muhabbet şöyledir;
-Ay bana mı baktı o, salak yaaa!
-Evet kızım, hem de çocuk sanki acı çeker gibi baktı, senden hoşlanıyor ya belli bişey bu, ama açılamıyor acı çekiyor.
-Di mi, yaa sanki bana da öyle geliyor, öyle mi yaaa sizce?
Bugünkü halimle cevap veriyorum:
-Hayır! Çocuk muhtemelen şunları düşünüyor,
-Ulan, öğle tatilinde o köşedeki büfeden bi daha yarım ekmek yemicem lan, off midem, bi koşu tuvalete gideyim, ama dur ben koşmayayım ne olur ne olmaz, off acı çektim resmen ya, ne eti yedim lan ben, yoksa, yoksa, ulan Çamur (okul civarında dolaşan yaşlı bir köpek, birkaç gündür ortalarda görünmüyor), hiii Çamur’u mu kesti bu büfeciler, yok yaa, ne alaka ?????? ?? ??? ?? ??????? ? ? ? ? Hı?

Tuvalete gitmek üzere kapıya dönüyor, o sırada siz de kapıdan çıkıyorsunuz.
Olaylar aslında pek de düşündüğümüz gibi dönmüyor, biz sadece kendimizi biraz fazla önemsiyoruz. Ama böyle yazdığıma bakmayın, tiplerini beğenmediğim insanlar metroya bindi mi, hala sonrakini beklerim, ya da içimden bir ses bu yoldan gitme dediği için yolu uzatmışlığım çok olmuştur.
                                                           ***

Çamur hala kayıp! Büfeci Sami ise bu konuda suskunluğunu korumaya devam ediyor. 

Thursday, October 31, 2013

ÇALIKUŞU


   Reşat Nuri Güntekin’in 1922’de yayınlanan romanı, Çalıkuşu, benim için çok özel bir romandır. Kimin için değildir ki?

   İlk olarak 12 yaşında okumuştum. 6.sınıfa gidiyordum. O kadar etkilenmiştim ki! Okuyan kimi etkilememiştir? Yazıldığı döneme bir bakalım, Kurtuluş Savaşı devam ediyor. Ülkemiz hala düşman işgali altında, ama bir yandan da umut dolu aydınlık bir gelecek göz kırpıyor, yeni bir ülke, yeni bir gelecek parlıyor. Yıllarca savaşlarla, ölümlerle, yıkımlarla umutsuzluğu en somut haliyle görmüş ona dokunmuş bir halktan söz ediyoruz. İnsanın ülkesinin yıkılmasını görmesi çok çok acı bir şey olsa gerek, daha dün gelen işgalci kuvvetlerin, bugün sizin evinizden alıp götürmesi, kendi sokağınızda dahi dolaşamamak, evden dışarıya çıkmaya utanmak nasıl bir duygudur? İnsan bu duyguyla nasıl yaşar?  Biz şimdi bunu anlayamayız, anlayamadığımız için bugün yorum yapmak o kadar kolay ki, ama 1920’lerin Türkiye’sindeki durum tam da buydu. Bir yandan da yeni meclis, yeni ülke, yeni yönetim ve Kurtuluş Mücadelesi insanları büyülüyor, en zor zamanlarda bile hayal etme gücü veriyor, umut veriyordu. İşte Çalıkuşu böyle bir dönemin eseridir.

   Kitabın kahramanı Feride yani namı diğer Çalıkuşu, İstanbullu varlıklı bir ailenin, iyi eğitim görmüş kızıdır. Kuzeni Kâmran’a aşıktır ve tam evlenecekleri sırada Kâmran’ın bir ilişkisinin ortaya çıkması sonucu, bavulunu toplayıp evden ayrılır. Aldığı diploma sayesinde öğretmenlik yapabilme hakkı vardır ve Maarif Müdürlüğü’nden (Milli Eğitim Bakanlığı) görevlendirilip, öğretmen olarak Anadolu’ya gider. Ve Çalıkuşu’nun macerası başlar. Halkı yakından tanımaya başlar, cehalet had safadadır, bu yüzden yanlış inanışlar, bağnazlık, baskı alıp başını yürümüştür. Çalıkuşu, bu cehalete karşı Türkiye’nin aydınlık yüzüdür, ilçe ilçe, kasaba kasaba, köy köy dolaşır ve cehaletle savaşır. Başına türlü işler gelir ve kadın olması da bu durumu kat kat daha zorlaştırır. O dönemde değil kadın öğretmenlerin, erkek öğretmenlerin bile gitmeye çekindiği Anadolu’yu Feride’ye bir öğretmen olarak dolaştıran Güntekin, aslında hayalini kurduğu Türkiye’yi  Feride ile simgeselleştirmiştir.

   Romanın kahramanı neden bir erkek değil de kadındır, hatta bir genç kızdır? Bütün bu hikayeyi pekala Kâmran karakteri de yaşayabilirdi? Anadolu’ya gider cehaletle savaşırdı? Ama hayır, aydınlanma tam olmalıydı ve kadınlardan başlamalıydı, yıllarca erkek-egemen bir toplumun en dipteki varlığı kadınlar, yeni ve aydınlık geleceği kuracaklardı. Bu yüzden karakterin kadın olması çok önemliydi! Hatta ve hatta romanı çarpıcı kılan, Kâmran'ın iddiasız, daha naif bir karakter, Çalıkuşu ise idealist genç bir kadın olmasıdır. İşte Çalıkuşu, aydınlık geleceğin müjdecisidir. O dönemde yazılan en çarpıcı romandır. Kadının kapalı kapıların ardında, çarşafın içinde, erkek ideolojilerine hapsoluşunu reddederek, sosyal hayatta en etkin biçimde yer alma savaşında bir semboldür. Öyle ki, Mustafa Kemal Atatürk bu romanı Büyük Taarruz öncesinde odasından çıkmadan okuyup bitirmiş. Hatta bu yüzden Büyük Taarruz’un birkaç gün geç başladığı bile rivayet ediliyor. Bu bilinmez ama Sivas Milletvekili Mahmut Bey’in günlüklerinde 21 Ağustos 1922 ve 22 Ağustos 1922 tarihlerinde Atatürk’ün Çalıkuşu’nu okuduğu ve çok sevdiği takdir ettiği yazıyor. İşte bağımsız ve aydınlık Türk kadınının hikayesi.

   Bugün üniversite mezunu, kendine güvenli, hayattan birçok beklentisi olan genç bir kadınsam bunu Cumhuriyet ülküsüne borçluyum ve bu ülküyü paylaşan herkese, ama en çok da Mustafa Kemal Atatürk’e, bu hayatımda hiçbir zaman değişmeyecek bir gerçek. 

Sunday, October 20, 2013

Ey Ruh Geldiysen…

   

    Metafizik olaylar, inanmasak bile dikkatimizi çeker… Kendiliğinden yerleri değişen eşyalar, gaipten gelen sesler, belirip kaybolan görüntüler, bunlar klasik ruh hikayelerinde veya gerilim filmlerinde mutlaka bulunan unsurlardır. Bir çok çeşitleri vardır, iyi ruhlar, kötü ruhlar, cinler, periler… Peki ya siz bunlara inanıyor musunuz? 

   İşte size gerçek bir hikaye; arkadaşımın arkadaşının değil bizzat başıma gelmiş bir olay;

   11-12 yaşlarındayım, yaz, yazlıktayız… Bilirsiniz böyle yerlerde bir grup çocuk olur , bisikletleriyle hareket ederler ve her gün bir macera yaşarlar. Ben o yaşlarda bu gruba dahil değildim, ama dahil olmayı da çok istiyordum, beni hiçbir zaman çağırmıyorlardı. Bu duruma çok üzülüyor, bisikletimle gezerken onları görünce yanlarına gidiyordum. Ama bana hep çok kötü davranıyorlardı. Yine yanlarına gittiğim bir gün, biri ortaya harika bir fikir attı; ruh çağıralım… Böyle durumlarda insan hafiften ürperse de, konunun çekiciliğine kendini kaptırır, şimdi sayıyı hatırlayamıyorum ama 8-10 çocuk olmamız lazım. Elimizdeki malzemeler şöyle; deniz havluları, yeni yapılan evlerin bahçesinden aldığımız bir mermer parçası ‘cadı tahtası’ haline getirilmiş halde ve maytaplar var elimizde. Bu maytapların nedeni de birinin babaannesi bu tür işlerle uğraşırmış, eğer ruh gelir de gitmezse, maytap yakılarak ruhun kaçması sağlanırmış. E aklınızda bulunsun, eğer yüzsüz bir ruh sizi ziyarete sürekli geliyor ve bir türlü gitmiyorsa, çözümü maytap! Neyse efendim, tek bir sorun vardı, bu günlük güneşlik güzel günde biz ruh çağıracak derecede kasvetli nereyi bulabilirdik? Evler tabii ki de olmazdı, ya gelir de gitmezse… Ama biz şanslıydık, o dönemde sitede yapılan bir sürü inşaat halinde ev vardı, boşlardı ve de ruh çağırmak için gayet rahat bir şekilde kullanılabilirlerdi.  Hemen böyle bir ev bulduk, içeri girdik, ev neredeyse bitmişti ama ufak tefek eksikleri vardı; mesela üst kata çıkan merdivenin basamaklarının olmaması gibi, ama bizim için yine sorun değildi, merdivenin çelik iskeleti vardı ve basamaklar olmadan da, bu iskelete tırmanarak çıkılabiliyordu.

   Sonunda hepimiz, ruh çağırma seansının gerçekleşeceği odada hazır bir şekilde bulunuyorduk, büyük bir organizasyonumuz vardı, odanın pencereleri, plaj havluları ile kapatılmıştı, mumular yakılmış, cadı tahtası ortaya konulmuş; maytapçılar, cadı tahtası başında elele tutuşup enerji halkası oluşturacaklar, ruh ile bağlantıya geçecek olan seans yöneticisi herkes hazırdı, seansa başlanabilirdi. Yalnız ufak bir sorun vardı, kimin ruhunu çağıracaktık? Kısa bir tartışmadan sonra bu da bulundu, Adile Naşit! Çünkü ruhu çağırmak için, herkesin o kişiyi düşünmesi gerekiyordu ve geçen gece televizyonda izlenilen Hababam Sınıfı bu konuda epey yardımcı olacaktı. Böylece herkes Adile Naşit’i düşünmeye başladı. Yeterince düşündüğümüze inanaya başladığımız bir anda, seans yöneticisi;

-Eyyy ruh, geldiysen, kapıya üç kere vur!, dedi.

Ses yok. Gerilim başladı.

-Ey ruh burada mısın ?

Yine ses yok.

-Adile Naşit’in ruhu burd… derken, tık tık tık diye sesler geldi. Yalnız kapı değil pencere tıklatılmıştı!

Olsun, o kadar alemler arası bağlantı kuruluyordu. Üstelik Adile Naşit ne de olsa genç bir ruh değildi ve bir yanlış anlama sonucu kapı yerine pencereyi tıklatmış olabilirdi. Ayrıntılara takılmamak gerekti. Yalnız bir şey vardı ki herkes acayip tırsmıştı. Ama yine herkes hayran olunası bir soğuk kanlılık içindeydi. Ta ki,

   Güüüümm! Güüüm! Güüüüüm!... diye alt kattan sesler gelmeye başyana kadar. 

   Tırmandığımız merdiven iskeletine sanki biri vuruyordu ve çelik iskelet bütün gücüyle titreşerek bu sesleri çıkartıyordu. İlk olarak maytapçılar, maytapları atarak çığlık çığlığa bağırmaya başladı, herkes bağırıyordu, yanan mumlar, cadı tahtası, deniz havluları her şey bir tarafa fırlamıştı. Herkes kapıyı açarak, basamaksız merdivenlerden can havliyle inmeye başladı, bu inme daha çok bir yuvarlanma şeklindeydi. En sonunda herkes yara bere içinde, alt kattaydı. Etrafta kimseler yoktu ve bisikletine binen kaçtı. Ben de eve doğru yol aldım. Eve gittiğimde, bahçede kuzenlerimi gülerken buldum.

   Adile Naşit’in ruhunun mantıklı açıklaması işgüzar kuzenlerimin, bizi korkutmak için sinsice gelip merdivenlere vurmaları, cama taş atmaları olduğunu öğrendim. Bir süre sonra gerçeği öğrenen ve bana zaten bayılmayan bisikletli çete bu durum için beni suçladı ve aralarına hiçbir zaman giremedim. Bir yaz sonra, çocukluğumun en eğlenceli zamanlarını geçireceğim yeni arkadaşlarımın olacağından habersiz bu duruma üzüldüm tabii.


  Çocukluktan bu yana sizi şaşırtan, eğlendiren konular ne kadar değişiyor değil mi? Mesela kaç çocukluk arkadaşınızla hala görüşüyor ve aynı tadı alıyorsunuz, kaçıyla paylaştığınız şeyler çok azaldı? Fakat metafizik kesinlikle yine aynı heyecanla konuşabileceğiniz bir konu olurdu. Herkes, metafizik bir şeylere inanmayı istiyor, belki bunun nedeni, sonsuz hayat olduğunu düşünmek istememizdir. Yani ölüm var ama öldükten sonra bir şekilde geri gelmek, varlığımızı eşyaları oynatarak da olsa ortaya koyabilme fikri hoşumuza gidiyor sanırım. Yine de hiçbir doğaüstü varlıkla karşılaşmadım, karşılaşmayı da pek istemiyorum şahsen. Ama karşılaşırsam kimi arayacağımı da biliyorum tabii: