Tuesday, December 16, 2014

"Mesajlaşamadığımız" için mi "Mailleşiyorduk"?

Bu hayatı biz mi seçmiştik, yoksa bu hayat mı bizi seçmişti?

Bunu bilmiyorduk... Sanat, politika, mimarlık, felsefe derken, yüksek lisans, doktora planları arasında, hep bir şeyin eksikliğini hissettik. Aslında, düşünülenin aksine, kariyer için birilerini bırakmamıştık... O zaman durum tam tersi miydi? Birileri olmadığı için mi kariyer yapıyorduk! "Mesajlaşamadığımız" için mi "mailleşiyorduk"?

Her özgeçmişi iyi olanın aşk hayatı kötü değildi elbette, ama onlar da ayrı bir konuydu. Hayat bazılarına fazla gülüyor, onlara yeri gelince daha arabesk ve isyankar bir perspektiften bakarız.

Şimdi gelelim konumuza, efendim bu kızlar niye yalnız?? Oysa ki, güzeller, akıllılar, eğlenceliler, yetenekliler, nedir yani? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz sanırım. Çünkü mantıklı bir açıklaması, denklemi yok. Olsaydı, ne harika olurdu, onu da çalışır yapardık. Şimdi bir bilinmezin içinde sürükleniyoruz.

Hiç düşünmeyeyim desen olmuyor, düşünüyorsun. Peyniri düşünmeyeyim mesela, o kolay! Her an peynir konuşulmuyor, peynir görmüyorum ki. Ama şöyle olsaydı, her arkadaş ortamında, aa bugün bir peynir yedim, şlop şlop ( ağız şapırdatma sesi), off çok nefisti, nasıl ağızda dağıldı, tadı tuzu nasıl da yerindeydi, o kadar da taze ve lezzetliydi ki muhabbetleri dönse, herkes her yerde peynir yese, ben de sorsam ki, nereden aldınız bu peyniri yahu gidip alayım ben de yiyeyim sizin gibi (ki peynir alınabilir), cevap da şöyle olsa, yok almadık ki, parayla satılmıyor bu, bi baktık, dolaptaymıııış, yedik biz de... O zaman o peyniri her gün nasıl düşünüyorsun gör bak. Aynı şey işte!

Sonra gidip çok ilgisiz birinden, arabesk müzik duyduğunda, yaa aslında dolmuşçular haklıymış, dinlenebiliyormuş bu müzik de, diyecek kadar çok hoşlanabiliyorsun. Ya da ne bileyim, artık takıntı mı oluyor, nedir... İşte ondan sonra, gelsin her yanındaki kızla kendini karşılaştırmalar, gitsin kıskançlık krizleri falan... Neden ki? Belki de insan, her zaman bir onaylanma peşinde koşuyor, ne bileyim bir çeşit bürokratik bir işlem gibi, bütün belgelerimin imzanlanması gerek sanki...

Yazımın girişi, gelişmesi tamam olduğuna göre, isyan bölümüne geçebilirim, buyurun dostlar:

Eğitim, iş, sosyal çevre, aile tamam da, tek bir yer eksik... Arkadaş, en uzun kuyruk da hep orada mı olur, yıllardır bekliyorum, sıram daha gelmedi! Memurlar emekli oldu, Bodrum'a taşındı, organik tarım yapmaya başladı, ben hala kuyruktayım... Bişey değil, habire de kaynak oluyor kuyruğa! Daha dün barbie bebekle oynuyordun kızım ne ara önüme geçtin sen yahu, demeye kalmadan, 10 kişi daha önüme geçiyor sanki...

İşte öyle bir şey...



Sunday, October 19, 2014

Beyin Out, Omurilik Soğanı In!


  "Eğer bir hayvan olsaydınız hangi hayvan olurdunuz?" tadında saçma ve boş olduğu kadar bir o kadar da eğlenceli olan ve yapmaktan zevk aldığımız testler var ya... Şu an benim hayatımı özetleyebilecek olan test sanırım, "Hangi tek hücrelisiniz?" olurdu. Son zamanlarda yapmam gereken o kadar çok şey olduğu halde, hiç bir şey yapamamak, zamanım olduğu halde, zaman bulamamak başka türlü açıklanabilecek bir durum değil.
  Evet ne zamandır tembel olduğumu biliyordum ama geçenlerde tanıştığım bir kızla konuşurken kafama iyice dank etti; kendisi profesyonel koşucu, üniversitede okuyor, aynı zamanda da çalışıyormuş. Yani, hem antreman yapıyor, bir programı var falan, hem okulunu yürütüyor, hem de aynı zamanda çalışıp para kazanıyor. Bir de tabii sosyal hayatı da var. Vay be diye düşündüm, yani bu kızın yaşadığı hayatsa, benim yaşadığım hayat olamaz; olsa olsa, tek hücreli bir canlının hayat döngüsü olabilir... Çünkü, temelde, bir Amip ve benim yaptığımız şeyler aynı, besleniyoruz, solunum yapıyoruz, besleniyoruz, boşaltım yapıyoruz, besleniyoruz... Belki Amip arada çoğaldığı için benden daha bile fazla iş yapıyor. Benimse hipofiz bezim bu fonksiyondan son derece uzak!
   Böylece, son zamanlardaki kafamdaki bütün soruların cevaplarını Amip'te bulmuş oldum!Ki Amip tembel bile değil, o elindekilerle bayağı iyi idare ediyor doğrusu, ne bileyim, işte besin görünce, gidip ona sarılıyor, hop besin kofulu falan oluşturuyor, işinde gücünde yani! Ben işimde gücümde olmadığım için, çünkü o zor geldiği için, daha sanal işlerle uğraşıyorum. O sanal işler de bomboş işler olduğu için ne etrafa, ne de kendime bir Amip kadar bile faydalı değilim.
   Şu an, bir insan olarak sahip olduğum gelişmiş organlarımın ve sistemlerimin benden ölesiye utandıklarını hissedebiliyorum.
   Mesela, kas sistemim, çoook uzun süredir kullanmadığım binbir türlü kasım var! Hatta bazılarını kullandığımdan emin bile değilim?! Yaptığım tek hareketin, oturup kalmak, yürümek olması dolayısıyla, çalışmayan her tendonum evde bütün gün yatıp, bira içip televizyon izleyen, pis sakallı, yaşlı adamlara benziyordur heralde!
    Ya da sinir sistemim; uzun süredir, beynimde bir sis var bence! Düşünmüyor değilim, ama düşünüyor da değilim! Alt tarafı iki kelime bilimsel bir şey okuyacağım, ama yok beynim diyor ki, git forum oku, facebooka gir bişey yap, şu an ben meşgulüm, seninle uğraşamam! Ya da, diyorum ki, yok şu e-postayı yazayım bari, diyor ki, canım yaa haklısın, yazmalısın da, bence git önce yemek falan bişeyler yap, onları ye de, bi bakarız! Veya diyorum ki, şu işimi halledeyim, beynim de diyor ki, hmmmm evet evet , git yap tabii ama önce yat bir saat uyu bence! Neden?!
   Ama ne zaman akılsızca bir iş düşünsem, beynim iş başında, türlü argümanlarla o akılsızca işin dünyadaki en doğru iş olduğuna beni ikna ediyor; evet evet hemen yap, bir dakika bile duraksama, diyor ki, sağlıklı bir bireyin beyni der ki; böyle bir karar vermeden önce düzgünce düşünmelisin, tartmalısın. Benim beynimse ancak bir pelte kadar öngörülü olabiliyor böyle durumlarda, ne yazık ki!
   Kusura bakma beynim ama, seni işten almak zorundayım, bundan sonra hayatıma omurilik soğanımla devam etmeye karar verdim. Benim için, hayati ve şartlı refleksler yeter de artar bile...


Wednesday, June 18, 2014

Kezban Paris'te



   Forumlarda falan görüyorum şimdi yeni bir tanım var "kezban", daha doğrusu, bir tanım da değil, tanımı da yok. Daha çok "şey" gibi cümle içinde kullanılıp, her duruma uyarlanabilecek, erkeklerin kadınları aşağılamak için kullandıkları -genelde de kendileri ile seks yapmak istemeyen kadınları aşağılamak için- kullandıkları bir kelime. Şöyle ki, biri yazmış, ATM'de para çeken kızın hareketi, biri yazmış müzik zevki, biri yazmış dedikodu yapması, biri yazmış giyimi, biri yazmış mesaj atması, biri yazmış mesaj atmaması falan falan. Çünkü, kısaca, erkeklerin kendilerini reddedilmiş, ilgilenilmemiş, göz ardı edilmiş, isteklerine cevap verilmemiş/istedikleri gibi cevap verilmemiş her durumda, hınçlarını almak için buldukları en iyi yol bu durumu yaratan kişiyi aşağılamaktır.
   Doğulu erkekler, ki hatta bazı Avrupa ülkeleri dışında her erkek belki de, yetiştirilirken dünyanın merkezine koyulurlar. Bu açıkça dillendirilmese bile, ki dillendirilmesi de gerekmez, sosyal çevresinde erkeğe yüklenen rol hep baskın ve merkezde bir roldür. En basitinden bir erkek, evde babasının ve diğer erkeklerin, kendi işleri ile meşgul olduğunu, fakat buna karşın kadınların, evin hizmet işleri ile de ilgilendiğini gözlemler ve kafasında kadına ona hizmet etmesi gereken kişi imajını oluşturur. Bu fikir, evrilir ve kadının onun isteklerine karşı olmaması gerektiğini, ne isterse onu yapması gerektiğini yerleştirir kafasına. Bu durum çok bilinçli de değildir, sürecin doğal bir sonucudur. O yüzdendir ki, kendini son derece kadın erkek eşitliğine inanan biri olarak tanımlayan erkek, hala sosyal hayatta onun istekleri veya beğenileri dışında hareket eden kadına karşı belki de kendinin bile farkında olmadığı bir kin duyar.
   Bu nedenle, bir kadına yaklaştığında, eğer kadın ona olumlu cevap vermiyorsa, sorunun kendisinde değil, mutlaka ve mutlaka kadında olduğunu düşünmeyi seçer. Halbuki, bir kadın eğer size olumlu bir cevap vermiyorsa, mesela sizinle birlikte olmak istemiyorsa, bu sizi istemediğindendir. Sizi beğenmediği içindir. Bu da gayet doğaldır. Herkes, herkesi beğenmeli diye bir kural yoktur. Hiç bir kadın, kendine de, karşısındakine de işkence olsun diye kendini geri çekmez. Eğer öyle olsaydı, hiç bir kadın, hiç bir erkeği aldatmazdı. Ama erkek, kendi mükemmeliyetine o kadar inanmıştır ki, kadının onu istememe olasılığını düşünmek bile istemez; öyle ya bu kadın "kezban"dır.
    Bu yaşımın bana öğrettiği bir şey varsa, o da şudur:
Bir erkek bir kadını beğeniyorsa, hakkında ya çok iyi konuşur, ya da çok kötü konuşur. Eğer, çok iyi konuşuyorsa, ya kadın da onu beğeniyordur, ya da kadın onu tanımıyordur. Eğer, kötü konuşuyorsa, bilin ki erkek o kadını beğeniyordur, ama kadın onu takmıyor, duygularına karşılık vermiyor, ilgilenmiyordur. Ha erkeklerin sevmediği, haz etmediği kadınlar olamaz mı? Elbette ki olabilir, ama böyle bir durumda, o kadınla konuşmaz veya bir mesefa koyar, ilgilenmez, umursamaz, hakkında da sürekli konuşmaz; hem gidip konuşup, hem üstüne sürekli hakaretler yağdırmaz. Bu "kezban" yakıştırmasını da, erkeklerin bireysel olarak kendilerini ifade etme zorluklarında sıyrılma için buldukları, kitlesel olarak kendilerini rahatlama söylemi olarak görüyorum.
   Gelgelelim, muhafazakarlık durumuna. Bu "kezban" kelimesi üzerinden, genellikle şöyle yorumlar okudum, işte efendim Türk kızları ne kadar muhafazakar, halbuki zaten çok çirkinler, yabancı kızlar ne kadar güzel, ne kadar konuşkan, ne kadar rahat. Doğru, yabancı kızlar çoğunlukla kendine güvenli, ne istediğini bilen, konuşkanlar ve ayrıca ortadoğu coğrafyasının gen haritasına sahip değiller. Şimdi, genlerimizi değiştiremeyiz, bize ne verildiyse, sen hangi genleri taşıyorsan, ben de onları taşıyorum, yani sen kuzey genleriyle donatılmışsın da XY olarak, ben o Y'yi X'e dönüştüren küçük parçasından bütün doğu genlerini hop bünyeme katmadım heralde! Görünüş kısmını geçiyoruz; gelelim, konuşkan, kendine güvenli kısımlarına. Bir kere herşeyden önce, doğu toplumunda yetişen bir kızla, batı toplumunda yetişen bir kız hayatta bir olamaz. Yani o kız her gün kadın cinayetleri okumuyor heralde gazetede değil mi, ya da giyimi kuşamı üzerinde siyaset yapılmıyor, her gün sokakta tacizin binbir türlüsünü yaşamıyor, ailesi ve toplum tarafından cinsel hayatı bir haysiyet, onur, namus meselesine dönüştürülmemiş, erkeklerin ona sadece göğüs, bacak, kalça olarak bakmasına alışmamış biri o. Bunlara çok uzak, gazetede bu konularda okuduğu haberler hep adını sadece duyduğu, gelişmemiş bir takım toplumlar, mesela Türkiye diye bir ülke onun için. Tabii ki de kendine güvenli, kadınlığından ve kadınlığını özgürce yaşamaktan utanmayan, rahat biri o. İkincisi ise, sadece toplumda değil, kendi ilişkilerinde de karşısındaki insanların tutumlarının toplumdan farklı olmaması, kadına yaklaşım biçiminin tamamen hayvansal bir dürtü ile başlaması ve daha da vahimi, ilişki boyunca bundan bir milim bile öteye geçememesi, karşısındaki için onun her zaman ve en önce kadın olması, bireysel özelliklerin ve özgürlüklerinin ise değerinin olmaması ve bunun da açıkça ve kendini haklı görür biçimde hissettirilmesi, kadını son derece tepkili bir duruma sokmaktadır. Bu deneyimler de, kuzeyli hemcinslerimizde yok -ki ne mutlu onlara! Belki de o yüzden, Kezban'ın Paris'e, Roma'ya gitmesi gerekiyor, ne dersiniz? Çünkü İstanbul'da olmuyor.
    İronik olan ise, bundan hoşlanıp ama aynı zamanda hoşlanmamak. Yani sen, herşeyden öte bu kadının seninle seks yapabilme özgürlüğünü kullanmasını seviyorsun, anladığım kadarıyla, ama evet deme özgürlüğü kadar hayır deme özgürlüğü de var, onu kullanınca sevmiyorsun, ya da bir konuda senin fikrinden farklı düşünmesini sevmiyorsun, sosyal hayatta kendini senden bağımsız ifade etmesini sevmiyorsun, kendi hayatını bir erkeğe veya bir çocuğa değil, kendi isteklerine göre şekillendirmesini sevmiyorsun, seni terk etme özgürlüğünü sevmiyorsun, senden daha başarılı olmasını sevmiyorsun, gece yemek yapmama özgürlüğünü sevmiyorsun, istediği gibi giyinme özgürlüğünü sevmiyorsun! Çünkü, kendine güvenli kıza da "kezban" diyorsun ya! Çünkü aslında sen tam muhafazakar bir kadın istiyorsun; sana bağımlı, senden üstün olmayacak, sensiz bir hayali olmayacak, kendini senin çerçevende tamamlayacak, sadece sana ait olacak ama bir de seks yapsın senle, bunun bir adı var; o da Doğu'dan; Geyşa.
    Türk erkeklerine ilk sorulan sorulardan bir tanesi, "hareminiz var mı", Türk kadınlarına da malum, "çarşaf mı giyiyorsunuz". Hatta, 2012 Olimpiyatlarında, şöyle bir yorum vardı, "Türkiye'yi temsil eden erkekler hep dövüş alanında madalya alırken, kadınlar ise koşma (kaçma) dallarında madalya aldı, siz sosyal çıkarımı yapın." İşin özü de budur işte, batılılaşmaya çabalayan ne doğulu -ama doğuya çok yakın- ne de batılı bir toplum. Kendi yaşıtlarımın, toplumdaki bu adaletsizliği ağızlarıyla eleştirdiğini, ama temelde kafalarının babalarından farklı olamadığını üzülerek görüyorum. Ama onları değiştirmek artık mümkün değil, onları yetiştiren anneleri değişmedikçe.

Sunday, June 01, 2014

25 Yaş Krizi

   Üniversiteden mezun oluncaya kadar, mesleğini yapmak için üniversiteden mezun olman gerektiğini düşünürsün. Ama mezun olunca anlıyorsun ki, diploma mesleği edinme belgesi değil, o mesleği yapmak için istekli olduğunun bir belgesi. Yani mühendislikten mezun oldun, bu işverenler için şu anlama geliyor; mühendis değil, ama bir gün olabilmeyi arzuluyor!
    Tabii ki bu durum, üniverisite eğitiminin zayıflığı yanında, %90 oranında, işverenlerin daha fazla daha da fazla kar politikalarının bir sonucu. Neyse, koşullar böyle olunca, insan üniversiteden mezun olunca, bütün hayatı boyunca kendine yaptığı yatırımın bir anda boşa gitmiş olduğu hissine kapılıyor. Bu da hayata karşı inancını yitirdiği bir döneme girmesine neden oluyor. Özellikle de Türkiye gibi zaten kendi içinde karmaşık birçok toplumsal sorunun bireyi etkilediği bir ülkede yaşıyorsanız, bu durum sizin için daha keskin bir hale gelebiliyor.
   İşte ben de aynı böyle bir dönemden geçiyordum. Bir arayış halindeydim, hala da öyleyim, ne yapacağım, neden onu yapacağım gibi bir sürü soru kafama üşüşüyor.
Ama bütün bunların yanında, etrafıma baktığımda çoğu zaman o kadar komik insanlarla karşılaşıyorum ki! Mesela geçen gün biriyle tanıştım, üniversiteden yeni mezun olmuş, yüksek lisansa başlamış ama iki dersi zor vermiş falan, ama piyasada işler yapıyor. Özeti, ana fikiri bu, alt metni herşeyi bu! Fakat kendini şöyle tanımlıyor, yüzünde de böyle kendin aşırı memnun bir ifade, kaşlarını yukarı doğru çatarak falan;
-Bizim ofiste, ki diğer iki yeni mezun arkadaşım ve ben, hepimiz YETKİN MİMARIZ, tabii ki piyada yaptığımız işlerin yanında ben şahsen, akademik bir kariyer de yapmak istiyorum ve onu da çok iyi noktalara vardırabileceğimi düşünüyorum. Çünkü zaten, piyasada yaptığım işler de o yönde, yani sayısal mimari tasarımın piyasaya uygulanması (burada şöyle düşünüyorum; vay arkadaş ne kadaaaaaar orijinal ve doğrudan bir bilimsel değeri olan çarpıcı bir soru yöneltiyor), doktora tezimi de bunun üzerine yazacağım...
-Hımm, yüksek lisansın bitti mi?
-Yok.
-Ne zaman başladın, kaç dersin kaldı, ne aşamadasın?
-Şöyle ben iki ders verdim.
-E yeni mi başladın?
-1,5 sene önce başladım da...
-1,5 sene mi? Genelde 1 sene de insanlar tezini yazıp bitiriyor yahu, diye içimden düşünüp şöyle diyorum;
-Hımm, yine yüksek lisans tezini de yazarsın bir şekilde ama doktora çok daha zaman isteyen, özgün ve bilimsel olunması gereken zor bir süreç.
-Ama ben zaten piyasada çalışıyorum ya, oradaki çalışmalarımı kullanacağım.
    Evet, arkadaşın doktora tezinden anladığı, A Belediyesi Ek Binası, canım benim yaa, doktora çalışması yöntemini yesinler! Mimarlık literatüründe nasıl da büyük bir boşluk dolduracaksın şimdi! Tabii ki yazamayacak, hatta ben yüksek lisans tezinden bile şüpheliyim ama kendine bu kadar inanması gerçekten gözlerimi yaşarttı. Daha neyi neden yaptığını, nasıl yapılması gerektiğini bile kavrayamamış birinin kendini “yetkin” diye tanımlaması, işte bunlar da hayatın komiklikleri işte. Böyleleri de olmasa, hayat tatsız olurdu. Şunun şurasında 25 yaş krizindeyim, zaten çok gülünecek bir şeyler bulamıyorum etrafta! Mesela o girmemiş 25 yaş krizine falan, neden? Çünkü yaşadığı şartlara adapte olmuş, ya da zaten ona uygun şartlarmış, düzeni sorgulamamış, düzen ondan ne bekliyorsa onu vermeye kendini adamış ve daha farklı renkleri göremeyecek kadar da vizyonsuz ve belki de aptal da ondan!
    Bir başka komedi de, bunca zaman eğitim hayatım boyunca isimlerinden saygınlıkla söz edilen bazı okullara başvurup, kabul alıp, daha sonra bu okulların saygınlıklarını sorgulayıp, gitmemeyi istememe neden olacak bir sürece girmem oldu. Üniversite eğitiminin, kesinlikle bir ticarete dönüşmüş durumda olduğunu anlamış bulunuyorum. Bu süreç içinde, Türkiye'de yurtdışı yüksek lisans eğitimi için TÜBİTAK tarafından sadece 13 kişiye o da doktora da içinde olmak üzere burs verildiğini gördüm. Bakın, bütün Türkiye'den sadece 13 kişi! Verilen burslar da Moleküler Biyoloji (genel başlıkta toplamak gerekirse). Söylemleri şu olsa gerek;
-Türkiye'nin kesinlikle sanat, sosyal bilimler ve hatta mühendislik bilimlerinde ilerlemeye ihtiyacı yoktur, fakat kanserin çaresini bulsanız iyi olur!
   Bunun dışında zaten TEV diye adlandırılan kurumun verdiği kredi var ki, verdiği parayı da sonra ödemek zorundasınız. Ama o bile, sadece 5 kişiye bu olanağı sağlıyor. Yani yüksek lisansa gitmek istiyorsanız, bu 18 kişi arasına girseniz iyi olur! Fakat, bütün bu bursları alsanız bile, görüldüğü üzere üniversiteler, astronomik okul ücretleri ile zaten paran varsa gel oku, becerebilirsen de bir yerlere gelirsin kafasında. İnsan düşünmeden edemiyor, ben zaten o kadar zenginsem her şekilde ünlü olup kendi işimi kurarım. Yani okulun bana kattığı fazladan bir şey olmaz! Ki olmadığına da emin oldum. Bu yüzden, mimarlık literatürünün de aslında çok sağlam olmadığını düşünüyorum.
   Bazen düşünüyorum, sanırım hiç bir zaman o yukarıda bahsettiğim çocuk kadar tamamlanmış hissetmeyeceğim kendimi, her zaman sorgulayacağım, doğru kabul edip ya da kabullenip oturmayacağım.
    Yani hayatım, muhtemelen şu an olduğu gibi bir 25 yaş krizi tadında geçecek. Böyle düşünürsek, 25 yaş krizini şu şekilde de tanımlayabiliriz; üniversite eğitiminin içinin boşaltıldığı, çalışmaların bilimsel olmaktan çok reklam olarak görüldüğü, eğitimin bir ticarete dönüştürüldüğü günümüzde, çalışma koşullarının herkes için zor ve çalışma konularının tatmin edicilikten uzak, genel zevke hitap eden, ona bile bazen edemeyen, çok düşük standartlarla çok yüksek karlar amaçlanan projelerin havada uçuştuğu, aslında kötü bir dünyada insanın, varolma nedenlerini araştırması ve daha iyi ve adil bir dünya arayışı/beklentisinin bir sonucu olarak bütün bu olguları sorgulamasıdır.



Thursday, May 15, 2014

VİCDAN


vicdan isim Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç     
 (TDK'dan alınmıştır.)

Bloguma çok uzun zamandır yazamadığım farkındayım. Halbuki bu bloga yazı yazmak en sevdiğim işler arasında. Buraya yazdıktan sonra kendimi daha mutlu ve arınmış hissediyorum. Genellikle durumların içindeki yanlışlıkları ve tutarsızlıkları bulup bunlarla eğlenmek beni rahatlatıyordu. Ama öyle zamanlardayız ki, gündelik hayatın küçük detaylarını gözlemlemek, bunlarla ilgili yazılar yazmak, yani bunları artık yapamıyorum. Kendi kişiliklerimizi, hayatlarımızı düşünemiyoruz bile. Her gün yeni bir facia, yeni bir insanlık ihlali, kendimizi güvende hissedemiyoruz. Herkesten her şeyden şüphe eder hale geldik. İsyan ediyoruz, ama ne yazık ki, Türkiye’de insanlar öyle vicdansız, öyle kötü, öyle şeytan ki, onlara ulaşmak mümkün değil.

Seri katiller üzerinde, Columbia Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, seri katillerin bir çoğunun, diğer insanların aksine, karşısındakinin yaşadığı duyguları beyninde taklit edemediği, yani kısaca empati kuramadığı ve bu nedenle karşında biri acı çekerken hiçbir acıma hissi duymadığı tezi ortaya konmuştur. Yani, ne yazık ki Türkiye’nin yaklaşık “ %50’si”, “evde zorla tutulmasalar” çıkıp teker teker insan avlayacaklar. Zaten, sosyal paylaşım sitelerinde gördüğüm bir çok yorum bunu destekler nitelikte. Başbakanın destekçisi olduğunu belirten biri, Soma’da yaşananlarla ilgili tepkisini gösteren vatandaşlar için “soykırım yapacağız size…” diye yazabilmesi, gözlerini ne derece kin, nefret ve kan bürüdüğünü gösteriyor. Bu ancak, insanları gaz odalarında öldürülmesi için Hitler’i destekleyen, ortaçağda cadı avına çıkan kana susamış insan ruhunun yansımasıdır işte.

Başkalarının acılarına ne ortak olabiliyorlar, ne de onlar için bir duygu hissedebiliyorlar. Soma Kömür Madenleri’nde yaşanan faciayı kabullenmek çok zor. Birileri daha fazla para kazanacak diye, iş güvenliği önlemlerinin alınmadığı, işletmenin sahibi taşeron firmanın hükümetle olan bağı, iş güvenliğini, maden tesislerini denetlemekle görevli olan insanların, bu işi layıkıyla yerine getirmemiş olması, ihmallere göz yumulması, insanları göz göre göre ölüme yollamıştır ve bunun vebali nasıl taşınır?! Bu ölümlerin sorumluları bulunmayacak mı? Bu kaza denilip geçilecek bir olay değildir, dünyada böyle bir facia örneğini ancak 2 yüzyıl geri giderek bulabilen yöneticiler gece yatağa yattığında rahat uyuyabiliyor mu?

Bizzat, Soma Maden’inde yaşanan iş kazaları ile ilgili soruşturma önergesini reddeden milletvekilleri hangi milletin vekilleri gerçekten çok merak ediyorum! Kendilerini kendilerine nasıl kabul ettirebiliyorlar. İnsan herkesi kandırdığını sanabilir, bazen bazılarını kandırabilir de ama kendini kandırabilir mi?! Peki ya sen, “Eee madem CHP önerge vermiş, o zaman CHP bu olayı biliyor muydu, hepsi komplo mu?” diye sorabilen mahluk, sen kendinden utanmıyor musun yahu! Milletvekilinin işi, halkın sorunlarını tespit edip, hukuki, anayasal ihlalleri bulup, takipçisi olup, meclise taşımak ve çözüm önermektir. Belki o önerge kabul edilse, bugün bu ölümler yaşanmayacaktı. Sen ne sin biliyor musun, sen şeytanın bizzat kendisisin, için kötülük dolu, kin ve nefret dolu, bu ölümlerin kanı senin elinde.

Derler ya her insanın içinde biraz iyilik biraz kötülük vardır, ama inanın bana, kendini sabah ekmek almaya giden bir çocuğun veya anayasal hakkı olan protesto özgürlüğünü kullanan insanların kafalarından vurularak öldürülmesine, gözlerinin çıkarılmasına, dövülmelerine, gözaltında taciz edilmelerine üzülemeyen insanların ( düşünceleri ne olursa olsun, sen onların inandıklarına inanmayabilirsin, kimse sana inan da demiyor zaten, ama burada bir anayasal hak ve insan hakları ihlali var ), Soma’da kaybedilen 283 yazıyla iki yüz seksen üç cana üzüleceğini, kendini yakınları yerine koyup bu acının neden yaşandığının hesabını soracağını düşünmek zaten saflık olur. “Siyaset yapmayın” söyleminde bunun en güzel örneği, yani yapılan hukuksuzluklara tepki göstermeyin, daha fazla para kazanmak uğruna iş ve işçi güvenliği önlemlerini almayan, hükümetle bağları olan patronlardan hesap sormayın, susun, size dokunmayan yılan bin yaşasın  demektir.


Yoksa kendini mağdurların yerine koyan bir insan, katile ses çıkarmayın, bırakın yürüyüp gitsin, ölen nasılsa ölmüş, başımız sağ olsun, diye bilir mi?!! Bu insanların vicdanı da olmadığı için gerçekten yapılabilecek bir şey yok, vicdansız insan hiçbir şeye üzülemez. 

Friday, April 11, 2014

Bilgiç Bilgiç Konuş!

"Bilgiç bilgiç konuşma", "ukalalık yapma", "çok bilmiş", "bilmiş bilmiş konuşuyor", kültürümüzde ne kadar çok bilgili insanı aşağılamak üzere oluşturulmuş kalıp var değil mi?! Halbuki, bilmek tek başına değerli değildir. Bu bilgiyi paylaşmaktır önemli olan. Sadece bizim bilmemiz dünyayı değiştirmez, herkesin bilmesi bir farklılık yaratır. Paylaşılmayan bilginin bir değeri var mıdır?! 

Bugün metroda bir kadınla karşılaştım. 60 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. O kadar tatlıydı ki, ama herkesin tatlı bulacağı kadınlardan biri değildi. Önce birlikte girdiğimiz metroda o oturdu, bense ayakta olarak yolculuğa başladık. Derken, ilk duraktan sonra yanı boşaldı ve bana işaret etti oturmam için. Ben de etrafıma bakındım, açıkçası biraz da çekindim yanına oturmaya, o kadar sempatik gelmemişti ilk başta.

-Başka yaşlı yok kızım, oturabilirsin.

-Eh, tabii oturayım, çok teşekkür ederim, dedim etrafıma bakınarak.
Ben oraya geçerken, boşalan yere atılmak üzere birçok adam da harekete geçmişti ve kadın onlara şöyle bir tiksinmeyle bakarak,

-Ay, erkekler oturmasın, boşver sen bayansın sen otur dedi.

Bu noktada hemen gözüme girdi tabii. Çünkü gerçekten, lök gibi metroda oturan ve bayanlara yer vermeyen erkeklere o kadar sinir oluyorum ki!

Burada bir parantez açmak istiyorum. Bir kere, sevgili “eöö hani eşittik, niye sizö yeör vörcökmüşüzz, biz ayaktaysak siöez de aeyaoktö duröon” diyen ve düşünen insancıklar, kadın erkek eşitliği başka, centilmenlik başka sosyal durumlardır, bu biiiir. Mesela, bir kadın seninle aynı mesaiyi yapıyor mu, aynı işi yapıyor, aynı statüdesiniz, o zaman o senden niye daha az maaş alsın? Ya da miras hakkı niye erkeklerde olsun, ya da erkeklere daha çok verilsin? Ya da eğitim hakkı niye sadece erkeklerde olsun? Gibi bu durumları çoğaltabiliriz. Kadın erkek eşitliği diye savunulan durum budur, sosyal ve ekonomik hak ve özgürlüklerden eşit derece de yararlanmaktır orada savunulan. Bunu bir anla da önce. Yoksa senin hanzoluk tercihlerin değildir yani. Kadın erkek eşitliği bir erkeğin bir kadına dilediğince hanzoluk yapıp, sonra da bunu kendi küçük beyniyle “kadın-erkek eşitliği” diye tanımlaması, içimdeki insana değer verme duygusunu yerle bir ediyor! Vermiyorum  kardeşim sana değer ya, bildiğin çöpsün, hem de geri dönüşsüzünden!

Neyse, konumuza dönelim,

-Ben de çok feminist oldum bu aralar, dedi kadın bana.

-Çok haklısınız, hiç yer vermiyorlar, öyle oturuyorlar.

-Siz İTÜ’ye mi gidiyorsunuz? (İTÜ durağını kastediyor)

-Yok, 4.Levent, deyince ben kadının bir yüzü düştü.

-Size yakıştırmıştım, dedi.

-Ben de doğru yakıştırmışsınız, İTÜ’den geliyorum zaten, İTÜ mezunuyum ben de, 

-Mimarlık Fakültesi Taşkışla’da, Taksim’de, Maslak’ta değil, deyince gözleri parladı tekrar.

Neyse efendim, biz sohbet etmeye başladık, öyle sıradan, çocuğum var torunum var değil. Ekonomiden, eğitimden, Türkçe konuşmaktan gibi konulardan sohbet ettik. Bendeniz, sonuçta 80 sonrası kuşağının bir eğitmesi olduğum için, çok cahilim ona göre tabii.

-Benim, kocam da İTÜ İnşaat’tan mezun, o zaman 5 seneydi ama yüksek lisans yapmıyorlardı, diye anlatırken, ben atlayıp:

-Evet, evet, Yüksek İnşaat Mühendisi olarak mezun oluyorlardı değil mi? deyince, çat diye yapıştırdı:

-İnşaat Yüksek Mühendisi kızım o, sıralama öyledir.

-Doğru, Yüksek İnşaat diye bir şey yok sonuçta, dedim utanarak…

-Şimdi ben de takip edemiyorum, konular birbirinden çok ayrıştı, bir çok uzmanlık alanı çıktı, diye eğitimdeki son durumu konuşuyoruz.

Ben de dedim ki:
-Evet, alanlar çok spesifik, hımm, çok özelleşti.

-Yok yok, spesifiki kullanabilirsin orada.

-Biliyorum ama ben Türkçe konuşmaya özen gösteriyorum, İngilizce kelimeler kullanmak istemiyorum.

-Yalnız, spesifik, Fransızcadır.

Varaan 2 !


Hani insanlar şimdi fazla alıngan, herkesin bilgisi az, egosu büyük. Böyle durumlarda belki bir çok kişi, yok aşağılandım, yok şöyle yok böyle diye düşünebilir. Aksine benim hoşuma gitti, bilgisizsem, yanlış biliyorsam, çarpın yüzüme arkadaşım. Bakın iki şey öğrendim kadından 5 dakikalık yolculuk boyunca… Keşke bilen herkes bilgiç bilgiç konuşsa ama değil mi?

Sunday, April 06, 2014

Sanal İlişkiler

Bu aralar, böyle bir şeye taktım. Sanırım bu biraz umutsuzluk. 26 yaşındayım ve bu zamana kadar her türlü chat, internetten tanışma olayına falan hiç sıcak bakmayan biriyim. Aslında evet haklıymışım da, yine insan deneyeyim diyor…

Çünkü bir süre sonra hep aynı ortamda, aynı insanlarla birlikte kalmaktan sıkılıyorsunuz. Farklı insanlar tanımak istiyorsunuz. 24-25 yaşından sonra insanın çevresi pek değişmiyor, hatta daha kapalı bir hale geliyor. Nasıl mı, herkes bir şekilde işe başlıyor, zamanı azalıyor, o azalan zamanını arkadaşlarıyla değil sevgilisiyle geçirmeye, ailesiyle geçirmeye başlıyor. Yani herkes kendi hayatını inşa etmeye başladıkça, daha inşa edememiş ya da etmek istemeyen siz yalnızlaşıyorsunuz. Farklı birileriyle tanışayım, konuşayım istiyorsunuz.

İşte bu nedenle, yapabileceğiniz iki şey var; ya yeni bir ortama gireceksiniz ki bu zaman gerektiriyor, ya da boş vakitlerinizde internette takılacaksınız.
Ben de, beni tanıyanlar bu duruma çok şaşırabilir, böyle bir şey yaptım. İlk önce bir arkadaşımdan duyduğum bir internet sitesine üye oldum. Aslında kötü de bir site değildi, fakat o kadar çok kişi mesaj atıyor ki… Yani aralarında beğeneceğiniz biri varsa bile de beğenmiyorsunuz, zaten ikinci günü hemen kapattım hesabımı. O biraz zaten buluşma tanışma sitesi gibiydi ve bu durumda aslında hoş değildi. Yani insanların kafasındaki şey sizinkiyle aynı olmuyor. Farklı birileriyle görüşeyim, muhabbet edeyim değil.

İkincisi bir arkadaşımın uzun süredir kullandığı bir uygulama. İki aydır bana pazarlıyordu. Sonunda Çarşamba günü buluştuğumuzda dedim ki, hadi yükleyeyim, neymiş bir bakayım. Telefonuna yüklüyorsun, çevrendeki o uygulamanın yüklü olduğu insanları gösteriyor. Eğer ikiniz de birbirinizi beğenirseniz, eşleşiyorsunuz ve konuşmaya başlayabiliyorsunuz.

Yani bir yerde beğendiğiniz biriyle gidip tanışıp sohbet etme olasılığı oldukça düşüktür, sokakta yürürken falan aa hoşmuş dediğiniz insanlarla tanışabiliyorsunuz, öyle bir uygulama. Yani vakit geçirmek için güzel, muhabbet edebileceğiniz insanlar çıkıyor. Hoş sadece 3 gündür kullanıyorum ama genel olarak eğlencelik bir şey.
Ruh eşinizle tanışabilir misiniz? Ruh eşinizle konuşsanız bile, öyle bir uygulamanın içinde onu fark edeceğinizden şüpheliyim. Çünkü o kadar çok insan var ki, bir insanın normalde sahip olabileceği çevrenin 30 katı falan bu yüzden, ruh eşinizi beğenmeden geçmiş bile olabiliyorsunuz.

Bu durumda deneyimlerime dayanarak söylüyorum ki, en iyisi eski usul tanışıp, kaynaşmak. Sevgili arkadaşlar, size sizin çevrenizden fayda olacak yine de, bu işlere zamanınız varsa bulaşın ama zamanınız yoksa hiç değmez. Ha ama ben illa bir bakacağım diyorsanız, kesinlikle telefon uygulamasını seçin, zira gerçekten çok iyi birileriyle de konuşabiliyorsunuz.


Bakalım, seneye hangi ülkede, hatta hangi kıtada olacağım, bilemiyorum. Ama yeni ortam arayışlarımı oralara bırakarak bu deneylerimi sonuçlandırıyorum. 

Friday, March 28, 2014

Biraz Huzur…

Ülkede politize olmayan kimse kalmadı.

İktidar dahil herkes terörize olmuş hissediyor.

Herkes politika üzerinden birbirini yargılar hala geldi.

Komple teorileri her gün değişmiyor neredeyse her saat başı değişiyor.

Üstüne üstlük en bana mısın dedirtecek komple teorileri gerçeklerle örtüşüyor.

Evde, işte, okulda, sokakta her yerde politika konuşur haldeyiz.

Yarın ne olacağı belirsiz, savaş mı çıkıyor, yoksa zaten savaşta mıyız, hangi terör unsurları  saldıracak, kimin eli kimin cebinde, tarihi yolsuzluk skandalları, çocukların polis tarafından yaralanması, hatta ölümlerine sebebiyet verilmesi ve bütün bu söylediklerim gündelik hale gelmesi!

Yeter yahu! Ülke olarak psikolojimiz, sağlığımız her şeyimiz bozuldu, nefret, kin, intikam duyguları, adaletsizlik, güvensizlik ve kuşkular içinde kaybolduk.

Bunu niye yaşıyoruz, nedir yahu paylaşamadığımız, sürekli bir umutsuzluk hali, sürekli bir kanayan yara! Para için mi? İktidar hırsı için mi? Güç için mi? Kimin, parası, kimin hırsı, kimin gücü? Çıkarlar mı? Hangi çıkarlar ve daha önemlisi KİMİN ÇIKARLARI????

Haber programlarını dinlemekten, sürekli haberleri takip etmekten yorulduk! Sürekli manipule edilmekten yorulduk, kime inanacağız diye düşünmekten yorulduk, yalanları göz göre göre söyleyen insanları her an görmekten yorulduk, sürekli birilerin senin mevcut durumunu bozmaya çalışması ve sana bir yaşayışı zorla dayatmasından bıktık! Şiştik!

Mutsuzuz, mutsuzuz, mutsuzuz !


Lütfen 31 Mart sabahı belki şimdi huzur bulabiliriz umuduyla uyanalım! Herkesin buna ihtiyacı var, lütfen! Umutlu olmaya ve umut etmeye ihtiyacımız var… Herkesin normal hayatlarına ve kendi küçük dertlerine dönmeye ihtiyacı var!

Friday, March 21, 2014

N’olacak Bizim Bu Halimiz?

Hayatımızda politika olmasaydı eğer?... Siyaset konuşuyor düşünüyor olmasaydık?...
Sabah kalktığımızda, sosyal medya siteleri sansürleniyor olmasaydı, ya da bir gün mezuniyet elbisesi düşünürken, ertesi gün, talcid ve süt karışımı hazırlıyor olmasaydık, bir kahve içmek için arkadaşımızla buluşup, konuştuğumuz tek konunu siyaset, iç politika, dış politika olmasaydı mesela… Hayatımız nasıl olurdu?

Yurtdışında yaşarken, en çok buna özendim. Başka da hiçbir şeye değil. Adamların kafaları rahat, biliyorlar ki işleyen bir düzen var, yanlış da yapılsa düzelecek, vay ülke nereye gidiyor, rejim mi değişecek, savaşa mı gireceğiz kaygısı yok. Tabii bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri için değil sözüm.

Ne düşünüyorlar, hafta sonu hangi etkinliğe gitsem, gündelik işler, başka da kafalarını kurcalayan bir şey yok. E tabii ki adam oturduğu yerden icat çıkartır. Biz de görüp vay be ne yapmışlar deriz. Biz kendi derdimizden önümüzü görüp, başka işlere odaklanamıyoruz ki! Her gün başka bir olay, bütün dünyanın ülkesine yetecek kadar sansasyon bir haftaya sığıyor!

Her gün yeni bir skandal ile çalkalanıyoruz; yolsuzluk iddiaları bir değil, beş değil, daha onları konuşurken, evine ekmek almak için sokağa çıkan küçücük bir çocuğun polis tarafından kafasına gaz fişeği atılarak komaya sokulmasının ardından 269 gün sonra vefat ettiği haberini alıyoruz, keza cenaze töreninde yaşanan polis şiddeti 2 can daha alıyor, bu ölümler ülkenin başbakanı tarafından kur piyasaları üzerinden değerlendiriliyor, derken miting turizm ile Türkiye’yi köşe bucak gezen “yerli turistler”in, İzmir durağında, İzmirlilere saldırması, hakaret etmesi ve daha da vahim olarak sözde İzmir mitingine İzmirli vatandaşların sokulmaması gibi bir komedi oynanıyor. Ardından yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan bakan hakkındaki fezlekeler mecliste okunmuyor, TBBM görevlerini yerine getirmiyor ve halka hesap veremiyor, ertesi gün daha önce cumhurbaşkanı tarafından onaylanan internet düzenlemesi (yasaklaması/sansürlemesi) kapsamında şak, dünyada da en çok kullanılan sosyal paylaşım sitesine erişim engelleniyor, bunun sabahına haberlerde gördüğümüz Niğde’de Suriye kaynaklı terörist unsurların 3 vatandaşımızı şehit etmesi haberi ve hükümetten yapılan Suriye’ye müdahale olabilir açıklaması, hop yine mevzu döndü dolaştı geldi Suriye’deki savaşa!

Yani çok bilinmeyenli ve her geçen gün de bilinmeyen sayısı artan bir denklemin içinde yaşıyoruz. Bu noktada kendi kişisel geleceğimizi de kestirmek gittikçe zorlaşıyor, bunalıyoruz. Şimdi bizi geren bütün bu durumların birden yok olduğunu düşünelim, işte o zaman, gelişmiş bir ülke olacağız. Çocuklarımın  dertlerini  spor, iş, okul, sosyal yaşam vb gibi şeylerin oluşturmasını dilemek çok mu iddialı olur? Biz göremedik gerçekten, kötü yönetimler ve şahsi menfaatleri göz önünde bulunduran yönetimler yüzünden önceliğimiz hep ülkemiz oldu, hep ülke adına kaygı duyduk, üzüldük ve bir süre daha böyle gidecek gibi duruyor ama umarım gelecek nesil bizden daha az kaygılı olur. Diyecek bir şey yok gerçekten.









Saturday, March 08, 2014

Bir Grup Kadın…

   


   Erkek hegemonyası altındaki dünyaya gelen kadınlar… Aslında her kadın, sosyal statüsü, içinde yaşadığı grubun gelenekleri ne olursa olsun bu baskıyı bir şekilde hissediyor. Erkek cinsiyetçiliği, seksizm kadınların sosyal hayatlarının her anında karşılaştıkları bir durum, işte, evde, yolda, her an bununla başa çıkmak zorundalar.

   Bununla birlikte, yine erkekler tarafından beslenen bir takım etiketlerle kadınlar g
gruplara ayrıştırılıyor ve bu gruplar kemikleştiriliyor. Mesela, dindar kadınlar, muhafazakar kadınlar, “başı açık” kadınlar, “türbanlı” kadınlar, “eğlenilecek” kadın- “evlenilecek” kadın, kürtaja karşı kadınlar, dekolte giyen kadınlar, “laikçi/laik” kadınlar (laik birey de ne demekse, birey özeldir, bir kurum değildir)… Bütün bu gruplar aslında, erkeklerin kategorizasyonları, onların gözünden değerlendirmeler. Temelde “türbanlı” kadın da, “başı açık” kadın da aynı erkek cinsiyetçiliğine maruz kalmıyor mu, sırf cinsiyetinden dolayı, evde sömürülmüyor mu? Ya da temelde “türbanlı” kadın, sırf erkek hegemonyası gereği örtünmüyor mu, “başı açık” kadın bu yüzden hakarete uğramıyor mu? Temelde aynı sorunu paylaşmıyorlar mı?

   Bir insanın kendini nasıl tanımladığı önem kazanıyor bu noktada. Biz erkeklerin bakış açısı üzerinden kendimizi tanımlayamayız. Tanımlamamalıyız. Kendi bireysel ve toplumsal tanımımızı yapmalıyız.

-Kadınlar tecavüze uğruyor mu?
-Kadınlar evde veya sokakta taciz ediliyor mu?
-Kadınlara fiziksel ve psikolojik şiddet uygulanıyor mu?
-Kadınlar üzerinde toplumsal baskı kuruluyor mu?
-Kadınlar emek sömürüsüne uğruyorlar mı?
-Kadınlar, cinsel kimlikleri üzerinden siyasete ve politikaya malzeme yapılıyorlar mı?
-Kadınlar, güvenlik güçleri ve hukuk tarafından görmezden geliniyor mu?
-Kadın cinayetlerinin üzeri örtülüyor mu?
-Sosyal “gelenekler” adı altında, kadın sünnetleri, töre uygulamaları, çocuk yaşta evlilikler gibi fiziksel ve ruhsal işkenceler sürüyor mu?
-Kadın ticaretine göz yumuluyor mu?

   Bunlar hesap sormamız, tartışmamız ve çözüm bulmamız gereken konular.

Sanal kamplaşmalar, sadece bizi gerçek sorunlardan uzaklaştıran birer illüzyon. 

http://www.radikal.com.tr/turkiye/katil_sevgili_ozgeden_sonra_kendini_de_oldurmus-1180006

Monday, March 03, 2014

Beklenmeye Değerseniz, Beklemeye Değer ....

   İnsanın hayatı boyunca karşılaştığı herkes, ona bir değer biçmeye kalkar. Bu değere göre size davranırlar, eğer siz kendinizin ve ne istediklerinizin veya beklentilerinizin farkında değilseniz; her zaman başkalarının size biçtiği değer kadar olursunuz ve onların sizin için seçtiği hayatı yaşarsınız. Çoğu zaman da mutsuz olursunuz.  

    Bu ikili ilişkilerden, arkadaşlık ilişkilerine, profesyonel hayata kadar böyledir. Kendi değerinizi, kimsenin sizin yerinize belirlemesine izin vermeyin. Siz ne yaşamak istiyorsanız, onu yaşamalısınız. Kimsenin size değer biçmesine izin vermeyin, kendi değerinizi siz belirleyin. Bu sizin hayatınız ve onu kendi seçtiğiniz biçimde yaşamalısınız.

    Genelde karşınızdaki kişiler, sizi küçültüp değersizleştirmek isterler.  Bu insanlar, aslında, sadece size değil, herkese böyle davranırlar. Bir bakıma kendi yazdıkları ve yönettikleri oyuna, oyuncu ararlar. İnsanları kullanmaktan başka bir amaçları ne yazık ki yoktur! Onlar sizi tanımaya falan çalışmazlar.  Böyle durumlarda, kibarca sizin o değersiz  insan olmadığınızı hatırlatıp gitmek gerekir.

     Bazen de karşınıza, sizi dinleyen, değer biçmeden beklentilerinizi anlamaya çalışan, kısaca sizi kullanmak değil, sizi tanımak isteyen insanlar çıkar. Bunlar çok nadir çıkar. Belki hiç çıkmazlar ya da bazen onları çok uzun beklemek gerekir.


      Ama ne diyebilirim ki? Beklemeye de değerler, öyle değil mi?.. 

Sunday, March 02, 2014

I read some Marx, I liked it - Hope Adam Smith don’t mind it…

Bir markaya bağlanma durumu nedir? Marka yaratma, marka olma, markayı kullanma durumları. Etrafımıza baktığımızda, kendini bir marka üzerinden tanımlayan bir çok insan var, ya da herkes bir şekilde bir markayı kullanarak kendindeki bazı boşlukları doldurmak istiyor.

Hep konuşulur ya tüketim toplumu falan diye. Aslında bu tüketim toplumunun temelinde, kendine güvensiz insanlar mı yatıyor? Geçen gün biriyle tanıştım, bir tekstil firmasında çalışıyormuş, ben de o markanın ürünlerinin neden o kadar pahalı olduğunu, bir takım nedenleri söyleyerek bu yüzden oradan alışveriş etmediğimi, çünkü bunu mantıklı bulmadığımı söyledim. Verdiği cevap kısaca; marka yaratma çabası oldu. Yani, fiyatların pahalı olmasının sebebi, kalitesinden veya başka özelliklerinden değil, marka olmaya çalışması. O ürünü almak, tüketici için kendindeki eksiklikleri tamamlayacak bir yol, yoksa kullanım, kalite ve “değer” olgularını hiç düşünmeden, alışveriş yapıyor. Çünkü markaya sahip olmak istiyor. Yine söylediğine göre, tüketicilerin büyük bir kısmı bu şekilde alışveriş yaptıkları için, fiyatı istediğin kadar yükselt, o ürün satılıyor.

Böyle bir denge söz konuymuş yani. Tabii bu bilinen bir şey aslında. Psikolojik ve hatta sosyo-psikolojik bir durum. Kapitalizmin en temel dinamiklerinden biri de, insan olarak duyduğumuz bu beni sevin, bana saygı duyun, bunun için bu markayı kullanmaya ihtiyacım var zayıflığı. Hatta bırak başkalarını, kendi kendine saygı duyması için bile o markaya ihtiyacı var insanların.

Nerden mi biliyorum? Tabii ki kendimden, nereden olacak!

13 yaşımda, yani 7.sınıfı bitirdiğim yaz, basbayağı, kapitalizmle tanıştım. Her yaz olduğu gibi o yaz da yazlığa gittim yaz tatilini geçirmek için. Bütün gün bisiklet sürmek, denize girmekten başka bir amaç da gütmüyordum, derken bir takım arkadaşlar edindim. Marka kavramıyla ilk olarak onlar sayesinde tanıştım. Meğer, marka denilen bir şey varmış, spor ayakkabı dediğin DKNY olmalı, okul ayakkabılarının vazgeçilmezi George Hogg (böyle topuğundaki yeşil çizgisinden anlaşılacak, bir de altındaki metal markası), Diesel, Calvin Klein, Tommy vs. vs., bütün gün bunlar konuşuluyor ve ben bunları ilk kez duyuyorum tabii. Birden kendimi kaptırdım, onlardan önceki arkadaşlarım, hayatım bir sönük geldi gözüme. Hemen harekete geçtim tabii, sırf marka diye bir bluze verdiğim paranın nasıl içime oturduğunu bugün bile hatırlıyorum. Ama yok, buluştuğumuzda giyeceğim falan onu, böylece, yeni sosyal ortamımda sevileceğim, daha çok sevileceğim, daha değerli olacağım ya! Derken, liseye başladığımda, birden dank etti, çok saçma geldi bütün bunlar, ama yine bir süre daha sürdü, azalarak bitti. En azından, bayağı aza indi diyeyim, artık bir şeyi alırken, baktığım parametreler çok daha farklı. Tabii, büyüdükçe, arkadaş çevren de değişiyor, arkadaşlarında aradığın özellikler farklılaşıyor, farklı insanlarla tanışıyorsun, onlarla daha çok eğlenmeye başlıyorsun, kendini daha çok tanıyorsun, neyi isteyip, istemediğini daha net biliyorsun. Kişiliğin oturuyor veya oluşuyor, işte bütün bunlar etkiliyor seni. Böylece markaya ya daha çok ihtiyacın oluyor, ya da daha az.

Tabii bu durumun, çok daha farklı boyutları var, mesela, günlük 1 dolara çalışan çocuklar gibi… Zaten bu yüzden bu kadar karşı çıkılıyor, yani marka yaratmak, pazara sunmak, en fazla kârı elde etmek, sonunda emek sömürüsünü de beraberinde getiriyor. Yoksa senin para harcamanda bir sorun yok! İstediğin kadar harca, kim karışır! Fakat, kârın arttıkça artması gerek, bunda bir sınır yok, nasıl fiyatı durmadan arttırıyorlarsa, maliyeti de durmadan düşürmek istiyorlar, amaç para kazanmak, ama daha çok para kazanmak değil mi?!
Peki, Afrika’da, Asya’da sömürülen insan gücünden bahsedip, onlarla her daim empati kurduğunu iddia eden insanların, sırf marka olduğu için belli bir ürünü tercih etmelerindeki çelişki ne olacak? Kapitalizmi seviyorsun, bunu kabul et, sen de rahatla, biz de rahatlayalım ama değil mi? Arabeskçesini söyleyecek olursak; ya sev, ya terk et!


Ama hayır, o telefona, o bilgisayara, o gözlüğe falan o parayı veriyorsan, her gün sosyal paylaşım sitelerinde, yok şuradaki adaletsizlik, buradaki sömürü falan bunları paylaşma, buluştuğumuzda lütfen bunları anlatma, olmuyor yani! Hem komik, hem de yalan çünkü! Yoksa, benim de seni yargılayacak halim yok, ben ne kadar farklıyım sanki! Ama hiç olmadı, biraz özeleştiri yapmayı öğrendim. Yoksa hiç birimiz, Friedrich Engels değiliz… 


Sunday, February 16, 2014

Hadi İstanbul’a Gel Artık!


   Bazen bazı insanları, nedendir bilinmez, çok çok çok ama çok iyi tanırsınsınız… Daha yeni bile tanışmış olsanız. Onunla vakit geçirmek, onun yanında gülerken gerçekten de gülersiniz, hatta onunlayken kendinizi bile daha iyi tanımaya başlarsınız. Arkadaşlık böyle de anlatılabilir mi acaba?

   Aradan 10 sene bile geçmiş olsa, hatta ve hatta yıllardır aynı şehirde bile yaşamıyor, hatta aynı ülkede bile yaşamıyor olsanız da, nasıl bu kadar yakın kalabilirsiniz? Hala en mutlu olduğun anı onunla paylaşmak istemek, en üzüldüğün zaman onu aramak, ya da hayatındaki en küçük ayrıntıyı bile anlatmak istemek, onun fikrini almak istemek, yani böyle birine sahip olmak çok güzel bir şey.

   Şimdi düşünüyorum da, hayatımda olmasaydı ne olurdu diye? Ya da neler olmazdı???
   
   Herhalde beni ben yapan anılarımın bir çoğu olmazdı…

   Mesela, ilk kez tek başına yurtdışına onun yanına gittiğimde, uçağımın saatlerce geç kalması, bu yüzden evine gideceğimiz son treni kaçırmamız, uçakta tanışılan kişilerle taksiye binip, şehir merkezindeki bir barda sabahlamamız… Ki dünya küçük deyiminin tam karşılığı olarak tanıdığımız insanlarla karşılaşmamız…

   Mesela, gece yarısı eve dönmek için bindiğimiz arabanın çok yanlış olması ve bunu içine girince anlamamız… İskoçya sahtekarlıkları… (Ki Oktoberfest’te bundan yıllar yıllar sonra, nerelisiniz yanıtına verdiğimiz cevabı duyan bir diğer arkadaşımızın şoklara girmesi)

   Sanat ve Bienal aşkı…

   Plumber ikilemi…

   Bir bira içelim diyip, bu şarkı sana, bu şarkı bana muhabbetiyle, birden oldukça fazla bira içtikten sonra, kendi kendine kusma hakkını savunmak! (bkz. Bırak beni, kendim kusabilirim!!)

   Burger King’de geçirilen en uzun zamanda 24 yaşında olmak. (bkz. Münih)

   Çek çek içine çek, para verdik buna, boşuna gitmesin, turistik bir aktivite bu! (Amsterdam ve Mike Tyson ya da ona benzeyen ama çok benzeyen kişi)

   Rafın içinde skype!

   Dağ tırmanamayışı!

   Hediye olarak alınan likörlerin ve şarapların, eve dönüş yolunun uzunluğu nedeniyle , trende lıkır lıkır içilmesiyle, etrafa verilen ultra rahatsızlık!

   İlk röportajımız!

   Venedik’in sabah 4’te ne kadar da Tarlabaşı olduğunu deneyimleme!

   Saymakla nasıl bitsin ki!

   İyi ki bu anılara sahibim ve de iyi ki seni tanımışım…

   Daha bir çok hayalimiz var zaten…

    Yıllar geçtikçe daha garip maceralar yaşamaya başladık aslında, seni çok özledim…


    Hadi İstanbul’a gel artık! 

Friday, February 07, 2014

Şu Krem Tam Size Göre

Fark ettim ki, bütün kozmetik sektörünün satış prensibi sizi aşağılamaya dayanıyor. Böylelikle ne kadar yüzüne dahi bakılmaz bir tip olduğunuzu düşünüp, bir şekilde kendinizi düzeltmek için kozmetik ürünlerini almanızı sağlamak amaç. 

Öyle ki, ne zaman böyle bir mağazaya girsem, satış elemanları yanıma yaklaşır ve:
-Gözaltı torbalarınız için ne kullanıyorsunuz?
-Gözaltı torbalarım mı?!
-Bakın şu kremi size tavsiye ederim, hem gözlerinizin etrafındaki kırışıkları gerginleştirecek, hem de gözaltı torbalarınızın belirgin biçimde toparlanmasını sağlayacak.
-?!
-Peki ya, göz çevrelerindeki morluklar?
-Ne-e..

Veya da şampuan almaya gittiğinizde,  
-Evet bu saç kremi, bu da şampuan.
-Teşekkürler.
Aldınız şişeleri tam dönüp gideceksiniz, satış elemanı,
-Peki ya banyodan sonra saçınıza ne uyguluyorsunuz?
Ben başıma gelecekleri bildiğim için,
-Krem sürüyorum, deyip sıyrılmak istesem de olmuyor,
-Hangi krem, adı ne?
Allah allah, arkadaş sana ne!
-İşte falan marka!
-Bakın şu kremi kesinlikle tavsiye ederim, özellikle sizinki gibi mat, kuru ve zor şekillenen (ki şekilsiz demek bu herhalde) saçlara uygulandığında, saçı yumuşatıyor, parlaklık kazandırıyor. Kolajen saçı besleyip, güçlendiriyor!

Haydi hop, bunca zaman bana parlak gelen saçlarım matmış meğer!

Ne çirkinmişim ben yahu diye mi üzüleyim, yoksa bunlar ne patavatsız diye mi sinirleneyim, insan şaşırıyor. Düşünsenize, kim tanımadığı rastgele birine bu derece sayıp döker ki!

Belki de bir yerde güzel bir meslek, hiçbir şeyi içlerinde tutmuyorlar. Birine kırışıksınız, dudaklarınız çok ince, gözleriniz küçük, saçlarınız şekilsiz, bildiğiniz çirkinsiniz yani, diyebilen kaç kişi var etrafta?! En sonuna şu krem tam size göre diye ekledikten sonra, ne kadar kusur varsa tek tek söyleyebilirsiniz artık!