Monday, May 04, 2015

Hikayenin Sonu...



Sondan başlayalım.
İronik oldu değil mi...
Bazı hikayelerin başı olduğuna, gelişmesi olduğuna ve sonucu olması gerektiğine inanırsınız. Ama bir noktaya gelirsiniz ki, aslında, ne giriş, ne gelişme var... Sadece, cümlelere dönüşemeyen kelimeler yığınıymış bu hikaye... Ben... Anlıyorum... Haklısın... Ama... Lütfen... Neden?.. Seni... Sen... Bilmiyorum... İşte böyle...
Karşılığı ise;



Bu boşluk...


Kalem elinde yazarken ne kadar anlamsız olduğunu görüp, yine de bir türlü yazmayı bırakamamaktı hikayemiz. Özne ise hiç bu kadar tekil olmamıştı.
İşte bu yüzden, bu anlamsız "hikaye"nin sonu, bir giriş. Uzun süre doğru kelimeleri bulmaya çalışmaktan, bulamamaktan, bir türlü cümleye başlayamamaktan, başlayıp bitirememekten yorulan yazar ise, bu sonbaşlangıcı, devrik de olsa cümlelerini bitirerek, bozukluklarla dolu da olsa derdini anlatarak yazmaya başladı.

İlk yazdığı şu oldu:
Hikayenin daha giriş cümlesindeyken, edatı gizli özne sanmıştım. Halbuki edat tek başına hiç bir şey ifade etmiyordu, onu aldım, kendi kelimelerimin yanına koydum, bir anlamı olsun diye. Tek başına bir anlamı yoktu. Tek başına bakmaya korktum, bir türlü koyamadığım noktaların hepsi virgüllere dönüşürken, gizli özneyi aradım. Sonunda, kötü metaforlarla dolu bu paragrafı yazdım.





Sunday, May 03, 2015

Bazen Sadece Mecidiyeköy'e Gitmek Lazım



Yine Umut Sarıkaya'dan bir karikatür ile birlikte

Uzun zamandır bir türlü yeni yazı yazamıyordum. Denemedim değil, milyonlarca yazıya başladım, ama bir türlü sonunu getiremedim. İstanbul'da değildim, artık, yaşadığım yer, sevimli bir Doğu Almanya kasabası. Hayat, çok farklı akıyor burada. Neden mi, etrafındaki insanlar, yaşadığın şeyler, şehrin koca gürültüsü patırtısı olamadan, olduğundan çok daha büyük çok daha konsantre geliyor insana. Ya da en azından bana öyle geliyor. O yüzden, hayatında bir şeyden dolayı mutsuzsan, bu mutsuzluk, o kadar yoğun bir şekilde seni etkiliyor ki, kendine gelemiyorsun.
Geçenlerde bir arkadaşım beni ziyarete geldi. Çok yazık, bu yazıyı okuyamayacak, çünkü Türkçe bilmiyor. Onu, çevre kentlerden birine götürdüm. Sokaklarda geziyoruz, etraf cıvıl cıvıl, dar sokaklar, kanallar, kanalın üstünde kafeler, sokakta müzisyenler, pastanelerden insanın burnuna zaman zaman gelen vanilya kokusu... Herşey o kadar güzel ki... O ortamda insan (ya da ben) hayat hakkında, iş güç hakkında düşünmek istemiyor, daha çok düşünmek istemiyor, hissetmek istiyor. Yani, kanalın üstünde bir kafede otururken, evet neo liberal ekonomi artık çöktü, bunun nedenleri de, diye başlayan cümleler gelmiyor insanın (ya da benim) aklıma... Daha çok yanımda biri olsun, onun elini tutayım istiyorsun. Bu noktada, eğer yanınızda biri yoksa, orta Avrupa'nın en fazla üç katlı, dik çatılı, cephesi süslemelerle dolu, renk renk yapılarıyla çevrili kent meydanları, kanalların üzerinden geçtiğiniz sevimli köprüleri, cıvıl cıvıl hali, sokak müzisyenleri falan inanın ki hiç yardımcı olmuyor. İşte o anda, yahu ben Mecidiyeköy'de olmak istiyorum diyorsun.
Mecidiyeköy'de, o gürültünün, kalabalığın içinde olmak bambaşka bir deneyim! Trafik, otobüslerin üst üsteliği, bir türlü yaya geçidi bulup karşıya geçememek, kentin bütün çarpıklığını üstünde taşıyan binalar, düzensizlik, kimliksizlik... İşte bütün bunlar, sizi düşünmeye itiyor, o kadar çok sorun var ki, kafan sürekli çalışıyor, hissetmek değil, düşünmek istiyorsun... Bırak yanında birini istemeyi, varsa bile ondan nefret ettirecek bir kaosun içindesin. En azından ben böyle hissediyorum. İşte bütün bu kaos, benim ilhamımmış meğerse, burada süngüsü düşmüş bir asker gibiyim...
Çünkü, burada parkta dolaşmakla, Mecidiyeköy'de çevre yolunun kenarında yürümek aynı şey değil, sende uyandırdığı duygular/düşünceler bambaşka. Orada, ben belediye başkanı olsam, ne var ki, şurada bir düzenleme olsa, nasıl yapmazlar, ne kadar da para yiyorlar, zaten bu Türkiye hep bu yüzden bu halde, bu insanlar niye hala oy verir, diğeri daha mı iyi sanki, hepsi aynı, yok yok adam olmaz bu ülke diye düşünüyorsun ister istemez. Ne güzel, oh, bak bütün kişisel dertler unutuldu gitti... Oh ne rahat!!!
Ama Avrupa'dasın, hava azıcık ısınmış, yemyeşil park, hava parlak, nehirde kuğular, kuşlar cıvıl cıvıl, ne düşüneceksin, hiç bir şey düşünmeyeceksin tabii... Her zamanda yanında arkadaşların olamaz ki, mutlaka keşke yanımda daha özel hissettiğim birileri olsaydı diyecek, neden yok ki diyeceksin, sonra cevap arayacaksın ve hadi önceden cevapları buldun, eğitimsizlik, aç gözlülük, fakirlik vesaire vesaire ama buna verecek bir cevabın da yok... Neden biri yok, yok işte çünkü... Bu da canını sıktı, hadi iki ağaca baktın, kuşu dinledin, rahatladın, ama nereye kadar?
Şu an ihtiyacım olan vanilya kokusu değil, egzoz kokusu, içinden nehir geçen yemyeşil bir park değil, refüjleri eğrilmiş bir çevre yolu, el ele tutuşan mutlu insanlar değil, ellerinde torbalarla bir yere yetişmeye çalışan mutsuz insanlar... Kısacası Mecidiyeköy... Oh ne duygu kaldı, ne birşey... Kafan dolu, için rahat, bir gün daha geçti gitti!!
Keşke şimdi Mecidiyeköy'de olsaydım, belki o zaman biraz mutlu olurdum... Bu cümleyi belki tarihte ilk kez ben kuruyorum ama, evet kesinlikle ihtiyacım olan şey bu!