Thursday, January 23, 2014

İşte Şu Gördüğün Büyük Oyun, Hemen Küçük Oyunun Yanındaki !



Bugünlerde herkeste fazla bir hassasiyet oluşu dikkatinizi çekmiyor mu?

Tabii ki, hassas olmak, empati kurmak önemli ve değerli şeyler. İnsan olmanın bir gerekliliği. Ama bunu olması gerektiğinden fazla ileri götürmek, biraz sizce de biraz boşvermişlik değil mi?

Aptala aptal demek gerekir bazen, cahile de cahil.

Ülkemizde, sadece kendisinin vergi verdiğini düşünen ve verdiği vergilerin çalınmasından, ülkenin sahip olduğu zenginliklerin eşit dağıtılmamasından memnuniyet duyduğunu ve bu haksızlıkların kimseyi ilgilendirmediğini savunabilen bir vatandaş tipi var. Şimdi onları da anlayalım, aman kimseye cahil demeyelim, yok rencide edici sözler kullanmayalım, onları da anlayalım çabası oldukça gülünç değil mi?

Ben açıkçası bunun bir çaba olduğunu bile düşünmüyorum, çünkü olayları olduğu gibi bırakmak, herkes istediğini düşünür demek, bana kolay yol gibi görünüyor. Eğer gerçekten duyarlı olsaydı bu kişiler, bu yanlıştan ki, hem ahlak, hem toplum, hem hukuk kuralları çerçevesinde yanlış olan bir olguyu sanki bir inanışmış ve göreceli bir değeri varmış gibi, onun için doğru budur diye kestirip atarak bir köşeye çekilemezlerdi.  

Aziz Nesin’in “bu milletin %60’ı aptaldır” sözünü biliyorsunuzdur, hatta insanlar bundan rahatsız olunca, “peki o zaman %40’ı akıllıdır” demiştir. Bugün, aayy ne statükocu, ne üsten bakan bir görüş olarak eleştirilir belki. Bence gayet de doğru bir tespittir, hatta sadece Türkiye için bile değildir belki, diğer toplumlar için de geçerli olabilir.  Ama diğer toplumlarda olmayan şey,burada cehaletin yüceltilmesi, bilginin değerinin düşürülmesidir. Yani Türkiye’de ne yazık ki, nerede okuyan, tartışan biri var hemen olur size darbeci, monşer, istemezükçü, cehape zihniyeti, gitsinler kardeşim bu ülkeden bunlar, madem beğenmiyorlar, sen kimsin be iki üniversite bitirdin diye, hukuk profesörüsün diye, yok bilimsel makalen var diye milli iradeye karşı gelecek!

Aziz Nesin’in en beğendiğim eseri Zübük romanıdır. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Filmi de ayrı güzeldir. Çok net bir toplum eleştirisidir. Mükemmeldir ve hiçbir zaman güncelliğini yitirmez.  Zübükzadelerin bugün hala bizi yönettiğini ve hepimizin de bu sistemin bir parçası, ne kadar akıllı görünsek de, olduğumuzu gözler önüne serer.  Bence bu akıllı %40’ın içindeki Zübükler’in oranı oldukça fazla. Zaten sorun da bu bence!

Evet, aptalsak aptalız demeliyiz, cahilsek de evet cahiliz, bunun üstün bir durum olmadığını hatta aksine daha çok kendimizi geliştirmemiz gerektiğini düşünmeliyiz. 

Ne demişler, bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp!


Hatta cahilsin demek ayıp değil, cahil kal demek ayıptır! 

Sunday, January 19, 2014

Sevgili 2114

   Her gün sosyal paylaşım sitelerine düşen fotoğraflar insanı kendi türünü sorgulamaya itiyor, tabii kendisini de…

  Hadi itiraf edelim, kendi ayağımızı çekmenin ve bunu paylaşmanın gerçekten bir anlamı var mı? Ama bir yandan da karşı konulmaz bir cazibesi olduğunu kabul edelim. Yani ister doktora yapalım, ister herkes yerine herkez yazalım, sonuçta hepimizin, ucundan kıyısından da olsa, bir ayak fotoğrafı paylaşmışlığımız vardır… Peki neden bunu yapıyoruz ki? Bir insan neden aynada kendini çekip bunu paylaşır ki? Bu, ben de buradayım bakın deme arzusu mudur? 

   Neyse, bugünde konuşacağımız bu konular olsa da, beni asıl düşündüren, bundan 100 yıl sonra bizim için ne düşünecekleri.Yani 2010’lu yıllar ne ifade edecek insanlar için…

   Geri dönüp baktıklarında, bir sürü ayak, sofra, kek, kedi yavrusu paylaşımları bizi nasıl tanımlayacak. Yani bu paylaşımlar kaybolmuyor ki,  2114’te sosyologların, tarihçilerin falan topladığı bilgiler şöyle mi olacak, ( en çok beğeni alan fotoğraları inceleyecekler tabii ki, en çok tercih edileni):  

Göz kırpan bir “selfie” ve altına yorumlar,

-Çok güzelsin, kalp!
-Her halin güzel canım, kalp kalp!
-Çok tatlısın ;)

   Bunlar bizi nereye götürür , bilemem. Aslında biz biraz şanssızız bu konuda ve henüz farkında da değiliz. Şöyle ki, hani hep şu dönemde dünyaya gelseydim keşke, ne kadar romantik, ne kadar güzel yıllarmış o yıllar gibi bir nostalji tutkusu vardır ya… Evet bakınca cidden bir tadı var, ne bileyim, dönelim bir 1900’lerin başına bakalım mesela:

   Birinci dünya savaşı başlamak üzere, 3 yıl sonra Bolşevik Devrimi olacak, Caz yepyeni bir müzik türü, Franz Kafka, Virginia Wolf, Marcel Proust okunuyor, Bertold Brecht’in ilk şiirleri yayımlanıyor, mazurka, kadril ve polkaların yerini, tango ve fokstrot alıyor, Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya yeni bir sosyal sınıf çıktı, orta sınıf… Geleneksel yaşam tarzı yavaş yavaş açılmış ve Paris’te Belle Epoque (Güzel Dönem) diye adlandırılan bir dönemin sonuna geliniyor, birinci dünya savaşının  başlamasıyla… Poster sanatı bir gelişmeye başlamış, Kübizm, Sürrealizm, Konstrüktivizm sanat akımları gelişmeye başlamış…

  Elimizdeki verileri nereden topluyoruz, o döneme ait edebi eserlerden, gazetelerden, belgelerden, fotoğraflardan, sanat eserlerinden falan değil mi? Yani bizim gibi sıradan insanların sıradan zevklerini ortaya koyan bir belgeleme düzeni yok! Onlar yaşadılar ve isimleri bile duyulmadan ölüp gittiler… Basit zevkleriyle birlikte, tabii ki! Biz bunu bilmeden, sadece dönemin en rafine yani günümüze gelen en rafine unsurları ile 1910’ları tanımlıyoruz. 
  
  Ama şimdi bu sosyal paylaşım ağında gezinen bunca bilgi ve belge sosyal bilimlerin bir konusu olmalı! 

   Böylece toplumun bütün bilgisizliği gözler önüne serilip, aslında dönemden döneme küçük bir parça insan grubu dışında, geri kalan insanlığın en ufak bir değişim bile göstermediğine varabilirler mi?

   Demek istediğim, 1910’ları, Falih Rıfkı Atay’dan dinlerken, 2010’lar da Hüseyincan bir materyal sunuyor yani! Belki 1910’larda da bir Hüseyincan türevi vardı, ama bilmiyoruz ve bize bu Hüseyincan o zamanlar da hiç var olmamış gibi geliyor.  

   Belki de insan sırf bu yüzden keşke o dönemde yaşasaymışım diye düşünüyor, çünkü dönemi hep en kaliteli kişilerin işlediği şekilde değerlendiriyoruz. Fakat,toplumu kendini ifade ettiği biçimlerde değerlendirileceği günler yakındır… Sonuçlarının ise ne olacağını hiç bilemeyiz!

   İşte bu yüzden sevgili 2114, sen bu satırları okurken, ben gitmiş olacağım, ama şunu bil ki, biz bu sosyal paylaşım çılgınlığının ilk kurbanlarıyız. Bunun farkına vardığımızda belki çok geç olacak  evet ama ne yapalım, insanlık hali oldu bir kere!  

Saturday, January 11, 2014

Erkek Dediğin Pembe Giyer!

-Erkek adam renkli mi giyinirmiş?

Klişesi, ne zaman ortama, üstünde renkli, mesela pembe, mesela mor gibi, bir şeyle gelen bir erkek olsa, istisnasız ortaya atılır! Hangi ara bu söz bu kadar söylenir oldu, insan inanamıyor. Çünkü şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, erkekler renkli giyinmekten başka bir şey yapmamışlar ki!

Mesela 60’lar:


Mesela 70’ler:



Mesela 80’ler:

Mesela 90’lar:

Yani 2000’lerde, milenyumun heyecanıyla modadaki sadeleşmeden nasibini almış erkek modası dönüp geriye baktığında;

-Bu ne iştir, biz bunları nasıl giymişiz, dünyaya bunu unutturmalıyız, ama nasıl yapsak ne etsek , diye düşünüp,

-Erkek adam renkli giymez, nerede görülmüş, kim duymuş, lafına sıkı sıkıya sarılıp, bir şekilde dünyadaki bütün erkekler de bu ortak paydada buluşup, bunu sürekli söyleyerek geçmişi hiç yaşanmamış mı saymaya mı çalışıyorlar nedir?

Ama yok arkadaş bir yerden patlar işte böyle...

Bakınız 2010’lar:

İşte bundan sonraki adımınız leopar olacak demek ki!

Thursday, January 09, 2014

Herbivore, Carnivore, Omnivore, Dumbivore

   Herbivore, otçul…

   Carnivore, etçil…

   Omnivore, hem etçil hem otçul… 

    Tamam anladık da, Dumbivore ne ola ki düşünüyorsunuz değil mi?

   Dumbivore şu oluyor; vejetaryen olup, vejetaryen olmayanları katillikle suçlayan, ayyy o eti nasıl yiyebiliyorsun, bir hayvan öldürüldü o et için diyen, çok yüksek anlama, algılama, sonuca varma ve yargılama yeteneklerine sahip insanlar için naçizane uydurduğum  bir tabir; Dumb- (İng),  -vorare (Latin).

   Bu isyanın harikulade mantığını gelin birlikte inceleyelim. Ne de olsa, ortada katillik gibi bir suç var.

   Katillikten başlayalım, bir canlının ölümüne neden olan kişiye katil denir. O zaman ister etle, iste otla, ister bakteriyle beslenelim, inorganik moleküller dışında beslenen her heterotrof canlı katil demek ki!.. Çünkü, sırf sinir sistemi yok diye, bitkileri öldürmek katillikten sayılmıyor. Bitki canlı değil. Çoğalmıyor. Beslenmiyor. Solunum yapmıyor. Hani ses çıkarmıyor ya, gözleriyle sana bakmıyor falan, onun canı yok öyleyse, ha? Onun yaşam periyodunu sonlandırmak katillik değil. O zaman, et yiyen katil oluyor da, bitki yiyen katil değil elbette ki! 

    Dumbivore’umuz tezine devam edelim;

 Hayvanlara işkence ediliyor. Hayvanlara işkence edilmesini kimse hoş karşılayamaz elbette ama kesimevlerinde kasapların zavallı danalara,

-Nıhahahahha, seninle bir oyun oynamak istiyorum, diye yaklaştığını zannetmiyorum. 
Dumbivore’un kaçırdığı bu küçük detayı da, hayal gücüne veriyorum. Ama böyle durumlar oluyorsa mutlaka sorumlu kişi veya kişiler cezalarını çekmelidir, bunu da belirtelim.

   Daha geniş bir perspektiften bakalım; Dumbivore’umuz besin zincirini yeniden yaratabileceğini düşünüyor.  Sentetik etler vs ile besin zincirine ve doğal dengeye doğal olmayan şeyler ekleyip, zarar vermeyerek(!), doğal dengeyi değiştirip ve böylece besin zinciri uğruna ölen danaları kurtarmak istiyor. Ah nasıl şövalyece bir hareket bu, Tanrım! Tabii ki, neden olmasın? Doğal denge dediğin, Dumbivore’un yüce emelleri yanında nedir ki? Pehh! Otla beslenen danaların ve koyunların popülasyonundaki artış nedeniyle floral denge bozulmuş, kime ne? Bozulan floral denge nedeniyle, bir çok canlının habitatları yok olmuş, aman salla! Eklembacaklıların, tavşanların, köstebeklerin, zavallı küçük bakterilerin ve tek hücrelilerin hayatından Dumbivore’a ne ki, o danaları kurtardı ya! 

  Gelgelelim, zavallı danalar içinde hayat pek parlak değil, ne yazık ki! Popülasyondaki artış nedeniyle, azalan ve yok olan besin kaynakları yaşam şartlarını oldukça zorlaştırdı. Bu yüzden, ölümler arttı, doğumlar azaldı ki, dana popülasyonu dengeye gelsin.  Ama belki de doğa kendini, kimyasal denge reaksiyonu misali dengelemeye uğraşırken, bu arada bir türün nesli tükendi. Amaan ne olacak canım, Dumbivore cinayetleri durdurmadı mı sanki!

   Kendini besin zincirinden soyutlayan ve böylece doğanın bir parçası değil de onun dışında bir güç olduğunu düşünen ve böylece doğayı koruduğunu savunan Dumbivore, sendeki bu zeka, akıllara zarar! Hem doğaya saygı duymayıp, hem de onu korumak ha! Kırk yıl düşünsem böyle bir mantık kuramam, pes doğrusu!

   Ama sevgili vejetaryen arkadaşlarım, sizler yanlış anlamayın, hepiniz bir Dumbivore değilsiniz elbet! 

    Nasıl bir koyun, tutup aslana:

-Ayyy seni katil, nasıl yersin güzelim ceylanı, demiyorsa, kimsenin kimseye de katil demeye ve doğal dengeyi küçümsemeye hakkı yoktur.


   Sen kendi seçimlerini yapabilirsin tabii ama kimseyi de senleşmeye zorlayamazsın ve suçlayamazsın. Zorlamamalısın ve suçlamamalısın. Zorlarsan ve suçlarsan, insanın diğer bütün canlılardan farkı olan düşünme eylemini gerçekleştirmiyorsun demektir. 

Wednesday, January 08, 2014

Düşünmüyorlar, öyleyse yoklar !

   İnsan yaşamı aslında ne kadar ironik! Dünya’da gelmiş geçmiş bütün hayatları düşünelim, ne kadar önemsiz ve küçük bir yer kaplıyor hepimizin hayatları. Dünya tahmini olarak, 4.40 milyar yaşında; bir insan ömrü ortalama 70 yıl. Hadi 100 yıl yaşayalım en iyi ihtimalle, sonra. Komik olan bu yılların yarısı uyuyarak geçiyor. Varlığımızla yokluğumuz bir olmayacak mı? Hele son derece sıradan yaşamlarımız varsa; küçük bir ailemiz, her gün gidip geldiğimiz işimiz, kendi dertlerimiz. Çok üst ölçekten bakacak olursak, her birimiz bir köleyiz aslında. Yani Nietzsche haklı mı dersiniz?
   Hepimiz, aslında kendi kendimizin köleleri gibiyiz. Bu kölelik, bizim üstümüzde bir varlığa değil tamamen kendi varlığımıza bağlı bir kölelik. Mesela, elimizdeki cep telefonunun, onun içine indirdiğimiz uygulamaların kölesiyiz, hepimiz sosyal paylaşım sitelerinin kölesi değil miyiz? Ya da iş görüşmelerine giden küçük varlıklarımız, kendi pozisyonlarının köleleri değil mi? Kendi sosyal çevresinin kölesi değil mi? Bir defa bu sistemin kölesi olan insan, kendi yaratım gücünü kaybetmiş olmuyor mu? Peki köle olmak kötü mü? Herkes kendi seçimlerini yaşıyor. İnsan garip bir varlık, öleceğini ve her şeyin son bulacağını biliyor, bu kaçınılmaz bir son. Ama niye bunu bir an düşünüp, sonraki an rahatlayabiliyoruz. Bu garip değil mi? Belki de elden bir şey gelmediği için, kabullenip razı oluyoruz ve kendi anlarımızın tadını çıkarıyoruz. Ama bundan öteye gidilebilir mi? Fiziksel varlığımız sonuçta geçici ama ya düşüncelerimiz.
   “Cogito, ergo sum”, “Düşünüyorum, öyleyse varım”, Descartes’in bu ünlü sözü, varlığı soyut olan düşünce temeli üzerine kurgulaması ölümsüzlüğün bir anahtarı olabilir mi? Mesela Descartes var mı? Bunun cevabı, onun adını yazdım mı? Evet. Ondan bahsettim mi? Evet. Ve siz bunu anladınız mı? Ne dersiniz , evet mi? O zaman açık ve seçik olarak görülüyor ki, Descartes var. Sevgili Descartes 1650 yılından beri fiziksel olarak bu dünyada değilse de, 2014 yılında hala varlığını sürdürüyor.
   Bu noktada, demek ki insan birey olarak ne kadar bütüne yani topluma dair bilgiyi özümserse, yani evrenselliğe ulaşırsa, o denli ölümsüz oluyor, ve bu bilgiyi saklayacak insan beyinleri yaşamlarını sürdürdükçe o da yaşamaya devam ediyor.  Ama Descartes olarak değil, rasyonel felsefe olarak yaşamaya devam ediyor.  
   Mustafa Kemal Atatürk’ün de aynı felsefeyi paylaştığını görebiliyoruz:
“İki Mustafa Kemal vardır:
Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir.
O Mustafa Kemal , sizsiniz, hepinizsiniz.
Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
   Mustafa Kemal de, insanlığın temel özüne yani evrenselliğe ulaşmış bir filozoftur bana göre.
   “Öğretmenler, cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür nesiller ister.” Hiçbir tabu ve düşünceye körü körüne teslim olmayan, sürekli sorgulayan bir gençlik hayalidir. Çünkü gençler, sorgulamaya başladığında, kendilerine biçilen rolleri kabul etmediğinde, sadece toplumsal olarak değil, insanlık olarak da ileri gideriz. Atatürk neden şöyle demedi;
   “Öğretmenler, cumhuriyet sizden Kemalist gençler bekler.”? Bunu da diyebilirdi, ama bunun yerine “fikri hür, vicdanı hür” dedi. Bu da, açık ve net olarak, hiçbir dogma ve kalıp düşüncenin içine sokulmaya çalışılmayan bir gençlik ve toplum özlemidir. Böyle bir insan ne faşist, ne de diktatör olabilir. Çünkü diktatörlük ancak, dogmalarla kurulabilir, insanlar kalıplarından çıkmazlarsa sürdürülebilir. İnsanlar, kendi soyut varlıklarına, yani bilinçlerine ulaşmadıkça bu kalıplarda sıkıştıklarını fark bile edemezler.
   Aslında, bütün düşünürler, sanatçılar da bize bunu sunmuyorlar mı, özünü arama, sorgulama bilinci. Bize verilen bilgiye kabul veya reddetmeden önce kendi benliğimizde süzme durumu. Bunu da ancak özgür bir beyinle yapabiliriz. Bir İngilizce dersinde, İngiliz olan İngilizce hocamız, bize Mustafa Kemal Atatürk’ün sadece Türk toplumu için önemli olduğunu, dünya için bir şey ifade etmediğini söylemişti. Ama, toplumsal özgürlüğün, ancak ve ancak bireysel özgürlükle yani evrensel özgürlükle gerçekleşebileceğini gözden kaçırıyordu. Onun en büyük savaşı kapitalizmle olan Kurtuluş Savaşı değildi, bütün bu sömürü ve savaş ekonomisinin ortamını hazırlayan, ölme ve öldürme kültürüne dayalı bağnazlığa karşı verdiği savaştı. Bağnazlık sadece dinde yok, eğitimde bağnazlık, yönetimde bağnazlık, adalette bağnazlık, ekonomide bağnazlık, sanatta bağnazlık yani kısacası bilinçte ve düşüncede bağnazlık insanlığı durmadan kemiriyor. Bağnazlık kemirgenine karşı en büyük silahımız ise, fikirlerimiz ama bizim olan fikirler. İnsanlar ne kadar kendi fikirlerinin peşine düşerse, o kadar kölelikten çıkmış olurlar ve sonsuzluğun bir parçasına dönüşürler.

   Bugün kızdığımız, kötülüğün sürmesine yardım eden bütün bağnaz insanlar, aslında yoklar; düşünmüyorlar ve 70 sene sonra hiç yaşamamış olacaklar. 

Saturday, January 04, 2014

Agatha Christie ve Sömürge Turizmi


  

   Sömürgeler, sömürge devletleri, sömürgecilik, herkesin duyduğu kavramlardır. En basitinden, tarih derslerinde her birinci dünya savaşı anlatılırken sık sık duyardık adını. “Her” dedim dikkat ettiyseniz, şayet bütün eğitim hayatımız  boyunca en az üç kez üzerinden geçtiğimiz bir tarih müfredatımız var ve ne yazık ki, 1923’te bitiyor. Daha ikinci dünya savaşını bile okuduğumuzu hatırlamıyorum.
   
   1920ler demişken, Anadolu’da yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Orta Doğu’da ve Afrika’da neler oluyordu, birinci dünya savaşı sonunda, parçalanan Osmanlı toprakları üzerinde neler yaşanıyordu? Bunu çoğu zaman şöyle geçeriz; şu bölge İngiliz hakimiyetine girdi, bu bölge Fransız yönetimine geçti. Ama gerçekte neler yaşandığını, Agatha Christie kitapların çok net bir şekilde takip edebiliriz.  Biliyorum ki, bir çoğunuz bu İngiliz polisiye ekolünü severek okumuştur. 1920’li, 30’lı yılların atmosferinde, henüz ikinci dünya savaşı başlamamış, Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları parçalanmış, Avrupa rahat bir nefes almış, Afrika ve Orta Doğu’nun bütün kaynakları, tarihi eserleri, insan gücü ayaklarının altına serilmiş ve yeni keşfetmeye başladıkları coğrafyalarda istedikleri gibi at koşturuyorlar -tabii ki, Amerika’da ve Asya’daki sömürgeleri de var, yalnızca Orta Doğu ve Afrika değil ama ben birinci dünya savaşından sonra değişen dengelerden bahsediyorum.
   
   Agatha Christie romanlarını çok severim, tıpkı bir yapboz gibi eğlenceli romanlardır, ama ne yalan söyleyeyim, Mısır’da, Bağdat’ta, Afganistan’da falan geçen romanları okudukça içim acıyor. Bölge insanı, sesi olan ve hareket eden ve tabii iş gördürülen bir dekordan ibaret, sadece! Çok acı değil mi kendi ülkendesin ama bir toplum olarak görülmüyorsun. Napalım sonuçta kaybedenler ve kazananlar var. Ben bir Agatha Christie canlı dekoru olmadığım için çok mutluyum; mesela ;

-Ah katil şu Türkler’den biri olmalı, siz ne düşünüyorsunuz?
Gibi bir cümlenin parçası değiliz. Agatha Christie’nin bir İngiliz olarak, yaptığı “turistik” yolculuklar ve bunlardan esinlenen bir roman için dekor oluşturmamışız. 2014 artık söylemeye korkuluyor ya, Ne mutlu Türk’üm diyene! Çünkü, beğenmediğimiz, her fırsatta örselediğimiz, rahatsız olduğumuz, 'hesap sorduğumuz' 1930’lu yıllar… Bir dekor değil, bir toplum yaratma çabası, üstelik vatanlarının parçalanmasına şahit olmuş bir toplum yaratmak kolay değildir; bugün hala değil, ama şu polisiye romanlara bile baktığımızda, nasıl büyük bir şey başarılmış insan farkına varıyor. Yoksa bizim ne farkımız vardı, Orta Doğu’dan? 
   
   Bir fark var o da, Türk ulusu olma farkı! Yani bir ulus olmak, birlikte yaşamak, kendi kendini yönetme mekanizmasına sahip olmak. Evet ama işte en çok bu farktan rahatsız olunuyor, bu fark ortadan kaldırılmak isteniyor, niye istenilmesin ki, bakınız yıllarca ve hala da Ortu Doğu’yu, Afrika’yı, Asya’yı, Amerika’yı ne güzel evire çevire sömürmüşler, yönetmişler, kullanmışlar, ne büyük bir zenginlik, ne büyük bir güç, hala da Orta Doğu’daki savaş ekonomisi AB ve ABD’yi besliyor, niye Türkiye bu halkanın bir parçası olmasın? Biz hiç dekor olma durumunu ,işgal günleri hariç yaşamadığımız için, çok rahat ulusal kimlik üzerine atıp tutuyoruz ama gün gelir kendi ülkemizde dekor kaldığımız zaman, elimize bir silah verilip, yaşamak ve yaşatmak yerine, savaş ekonomisinin bir parçası olamaya zorlandığımız zaman –umarım hiçbir zaman yaşamayız- o zaman aklımız başımıza gelir.
   
   Biz de dışa bağımlıyız ne farkımız var ABD’nin sömürgesiyiz resmen diyoruz ya:

Evet, ne yazık ki bir dereceye kadar doğru ve hatta bu romanlarda yazılan gibi durumlar belki Türkiye’de de yaşanmıştır ama yine büyük bir fark var. O da ne biliyor musunuz, Türkiye’nin bağımlılığı aslında Türk politikacılarının eseri. Eseri olmaya ne yazık ki devam ediyor ama eğer, bu durum değişirse ve halk olarak doğru seçimler yapmayı ve yönetimi denetleme görevimizi yerine getirmeyi başarabilirsek, bağımlılığımız yok olur. Bunun için, bilim ve teknolojide büyük atılımlar ve bu atılımları pratiğe dönüştürme zorunluluğu var ve bunu yapmamamız için de hiçbir neden yok. Niye yapmıyoruz, yapamıyoruz o zaman?