Wednesday, May 29, 2013

Turist


Ben küçükken çok büyük bir çıkmazım vardı. Şöyle bilmiyorum 5 yaşlarında mıyım, 6 mı 7 mi, öyle bir şeyim… Babam İngiltere’ye gitti. Yok yok şimdi hatırladım ilkokula başlayacaktım heralde, neyse bana bir barbi bebek evi ve İngiltere ile ilgili bir sürü anıyla döndü. En azından benim ilgimi çekenler o kadardı. Evde bir süre bu konuşuldu. İngiltere bu yüzden ilk öğrendiğim ya da hakkında bir şeyler bildiğim yurtdışında bir yer oldu. Bir de hatırlar mısınız bilmiyorum, eskiden Parliament Sinema Klubü Film kuşağı olurdu Pazar geceleri. Biz de ailecek izliyoruz tabii, o zamanlar. Süper bir jeneriği vardı. Manhattan adasına  kuş bakışı yakınlaşarak başlar görüntü, gece ışıklı gökdelenler arasında döner, bir şampanya patlatılır falan. Ben nasıl izlerdim hayranlıkla anlatamam. Kendi kendime şöyle düşündüm; burası kesin İngiltere!

-Anneee, İngiltere burası mı?
-Burası New York kızım. Amerika’da.
-Amerika mı?, diye hayrete düştüm, hiç hoşlanmamıştım bu durumdan.  
-New York çok güzelmiş ama keşke İngiltere’de olsaydı! diye bayağı bir üzülmüştüm o zaman. Benim kafamdaki yurtdışı İngiltere’den ibaret olduğu için her şey orada olsun mu istiyordum artık nedir bilinmez.

Biraz büyüyünce yurtdışına gitmeyi çok istedim, gezi programlarını nasıl dikkatle ve iç çekerek izlediğimi bilemezsiniz.

-Buraya gelirseniz, bu şirin tipik … lokantasında ev yapımı bu likörü denemelisiniz.
Ah, evet denemeliydim!
- … ‘deki muhteşem günbatımı en güzel … meydanından izleniyor, mutlaka buradan izlemelisiniz.
Tabii canım başka nerede izlenebilir ki zaten!

Tabii benim hayalimdeki o turistik geziler şöyle; ben geziyorum, hiç yorulmuyorum, o denilen lokantalara gidiyorum, herkes çok güler yüzlü, hemen tipik bir şeyler getiriveriyorlar deniyoruz ve kazıklanmıyoruz, her gidilen yerde de sadece biz turist olduğumuz için, öyle sabahtan akşama kuyruk bekleme yok, içeri girdiğinde de tabii her yer bomboş olduğundan görmek istediğin şeyi gerçekten görebiliyorsun, artık o neyse!

Ama nereden bilebilirdim ki, turist olmak bir iş, hem de çok emek isteyen zor bir iş! Bir kere, çelik gibi olacaksın, asla ama asla yorulmayacaksın, enerjin hiç bitmeyecek, gerekirse açlığa ve susuzluğa dayanacak ve yine de sızlanmadan o kilisenin duvarındaki işlemeyi görecek, altındaki oyuğa elini sokup dilek dileyecek ve turistlik görevini icra edeceksin !

-40 derece soğukta da olsa, +40 derece sıcakta da olsa, içinde yiyecek (genellikle sabah kahvaltısından arta kalan çörek ve kruvasanın yanında süper marketten alınmış, peynir, meyveli yoğurt, meyve suyu gibi temel turist besinlerini kastediyoruz) ve en az 1,5 litrelik su şişesi olmak üzere sırt çantası, sürekli boynuna asıp taşıdığın içinde para, pasaport, kredi kartı gibi hayati önem taşıyan nesnelerin bulunduğu küçük bir çanta, her turistin olmazsa olmazı fotoğraf makinesi, bir elinde gezilecek yerleri işaretlediğin bir şehir haritası ve diğerinde bir toplu taşıma ağı haritası ile göreve hazır bir şekilde dışarı çıkman ve bütün gün bu şekilde dolaşman gerektir.

Önce kaldığın yerden şehir merkezine nasıl gidileceğini öğrenirsin, bir kere merkeze gittikten sonra artık önünde beklenecek uzun kuyruklar, insansız yakalanmaya çalışılacak fotoğraf kareleri (zira her bulunduğun yer senin gibi bir çok turist kardeşinle dolup taşmaktadır) alınacak magnetler, kupalar, I love tişörtleri, girişilecek çetin pazarlıklar vardır. Tabii bütün bunlar bir yandan da şehri dört dönerken tamamlayacağımız görevlerdir.

İnanının şöyle anlatılan bir hikayenin arka planında, kan, ter, gözyaşı, şişmiş ayaklar, başa geçen güneş veya soğuktan çatlamış eller vardır;

-… meydanındaki konseri de izledik harikaydı, sonra tarihi … cafesinde meşhur ev yapımı şarabı yudumlarken gün batıyordu, oradan … en meşhur … caddesinden aşağı doğru yürüyüp, … meydanındaki küçük kilisenin bahçesindeki çeşmede dilek diledik çünkü…

Tabii anlatılırken o an çekilen acılar unutulmuştur, anıda seçicilik yani… Zaten her zaman söylerim gezmesi değil, sonra gelip anlatması zevklidir bu turistik gezilerin, ama derseniz ki, yine de çok güzel turist olup bir şehri gezmek; ben de size derim ki, haklısınız aynen katılıyorum. 

Sunday, May 26, 2013

Tatil

Yazın geldiğini iyice hissettirdiği şu güzel havalarda, insanın aklından tek bir şey geçiyor. O da tatil ! Doğru bildim değil mi, çünkü benim de tek düşünebildiğim, şöyle bütün işleri bir kenara bırakıp, deniz kenarında, bir şemsiyenin gölgesinde, denizden yeni çıkmanın verdiği ürperti ile buz gibi kokteylimi yudumlamak… Şıkır şıkır dalgaların sesi geliyor, tek derdim akşam dışarı çıkarken ne giyeceğim! Keşke ama nerdee?

Üzülmeyin! Şimdi anlatırken kulağa hoş geliyor ama, hangi tatilimiz bu kadar dingin geçti ki! Biraz sonra o şıkır şıkır dalgaların sesine,
-Sarpeeerrcaaaann koooşmaaa, terliklerini giy dedim sana! diye ciyak ciyak bağıran zavallı, hayatından bezmiş bir annenin sesi karışacak emin olun. Sarpercan’ın çığlıklarını hiç söylemiyorum.

Nolacak canım, ben de müzik dinlerim, dalga sesi yerine diyorsunuz, hop plaj çantanızdan ipodunuzu bulup çıkardınız, en sevdiğiniz şarkıyı açtınız. Biraz sonra ılık ılık  esen rüzgarın altında mayıştınız, uyudu uyuyacaksınız. İyice gevşediniz derken…

Daaaaankk!

-Oouyhh, noluyoo!!.. diye acı içinde doğruldunuz, bir yandan da yıldızları sayıyorsunuz.
-Ayyy pardooon! Affedersiniiiz, diye kıkır kıkır gülen 16 yaşlarında bir kız biraz sonra kafanıza yediğiniz deniz topunu almaya gelir.

Off yaa! Kaç nöronum öldü şu an kim bilir diye içiniz bunaldı, lanet ettiniz plaja ve denize girmeye karar verdiniz. Neyse zaten iyice de sıcaklamıştınız. İskeleye doğru yöneldiniz, birazdan cup diye atlayacaksınız masmavi sulara, derken patır patır koşan her biri birbirinden tosun çocuklarla sarıldı etrafınız.
- Bakın bakın ben şimdi düşmanlara karşı süper lazer bomba atlayışımı yapıcam var ya ölicek hepsi!!! Aaaa aaahh!!!

Foşuuuuurrttt!!
Biraz sonra bütün tosunlar, süper lazer bomba atlayışını yapmıştı. Düşmanlar öldü mü bilinmez ama sizin artık serinlemek için denize girmenize gerek kalmamıştı!

Denizdesiniz, su ipek gibi ve sonunda kulaç atarken rahat olabileceğiniz, duba gibi hareketsiz duran ve Allah bilir 3 saattir denizin içinde ne konuşan teyzelerden, ayakları çırpıp olabildiğince su sıçratarak yapılan bir dalma stili olmadığından habersiz amcalardan olabildiğince uzaktasınız. 

Ohhh, dünya varmış, kendinizi kaptırdınız yüzüyorsunuz, derken o da ne ? Ne var öyle ilerde? Zıpkınlı bir salak! Ahh ne çektim bunlardan, her süper markete giden bir zıpkın alıp çıkıyor. Tam rahatım, yüzebilirim derken beni geren bu tiplere, sahildeki insanların toplamından daha çok gıcık oluyorum inanın. Hayır, ne avlayacaksın acaba o zıpkınla, plajdan 8 metre ilerde, kalkan mı, kılıç mı? Alt tarafı vurup vurabileceğin yolunu şaşırmış en fazla10 cmlik bir kaya balığı ! Zaten zıpkını vurduğun an parçalanacak, o da tabii, sen onu gördün nişan aldın, o pırt diye kaçmaz da vurabilirsen! Ama balığa bakayım derken etraftaki insanlara zıpkın saplayanlar çoktur. Yüzmenin de tadı kalmadı değil mi?


Evet, böylece gerçekte bu hayali kurulan plajın nasıl bir yer olduğunu hatırladık. Her sene yaşayıp yine unutuyoruz garip bir şekilde. Ama yine de güzel diyorsanız, ben de size bardağın boş tarafını görün diyorum, ve bu final döneminde kendime ve herkese başarılar diliyorum.. Hadi çalışın şimdi J

Friday, May 24, 2013

Sana İyi Yolculuklar, Hayatta da Başarılar…


Sevgili  … ,

Bu kitap benim en sevdiğim Agatha Christie romanlarından biridir. Niye diye sorarsan özgün Agatha stilinin, karakter analizlerinin yanında bir de…  Ama bunu burada yazmayacağım, okuyunca bileceksin zaten. Kısacası havaalanındaki bekleme sürelerini bir maceranın içinde geçirmeni sağlayacak bir kitap…

Ben her Agatha Christie romanına başlarken çok güzel bir heyecan duyuyorum. Bu heyecanımın nedeni de, önümde çözülmeyi bekleyen bir çok gizem, cevaplanması gereken sorular, kısacası yeni bir macera olması. 

Şu an sen de tam olarak bu durumdasın. Önünde yeni bir macera, yeni bir dönem, yeni sorular ve çözümlenmeyi bekleyen yeni sorunlar var… Bu biraz korkutucu ama korkutucu olduğundan daha fazla güzel ve heyecan verici bir his. Bu macerada Hercule Poirot kadar başarılı olacağına eminim!

Sevgiler,

Thursday, May 23, 2013

Patates Yiyenler…


Vincent Van Gogh, renkleri kullanışı, özgün fırça darbeleri ile sanat tarihinin en önemli ve tanınan ressamları arasındadır.Biraz ilgili biriyseniz, otoportrelerinden birini yaparken kulağını bir türlü çizemediği için kestiğini bilirsiniz. Bu da ressamın, en az resimleri kadar sıradışı olan kişiliğinin bir göstergesidir. Van Gogh bir çok işe girip çıkmış en son olarak ressam olmaya karar vermiştir. Gidip tuval, boya alıp başlar resim yapmaya ve yanılmıyorsam 8 yıl boyunca resim yapar sadece.

Tabii, herkes gibi Van Gogh da yaptığı işte takdir görmek ve para kazanmak ister. Herhangi bir akademi eğitimi almamıştır, kompozisyon oluşturma kuralları veya kuramları konusunda bir bilgi birikimi yoktur. Figürlerin tuvale yerleşimi önemli bir konudur özellikle insan figürleri, duruşları oturuşları, resmin nasıl konuşacağını belirler. Bilindiği üzere Van Gogh’un çok fazla insan figürü taşıyan tablosu yoktur. Fakat kararlıdır, sanat tarihinde bir yer edinmesi gerekmektedir. İnsan figürlerinin merkezde olduğu, bir kompozisyon oluşturacaktır. Birçok denemeden sonra, dönemin ünlü ressamlarından birinin tablosundaki kompozisyonun eskizlerini çizer, üzerinde uzun uzun çalışır.

Patates Yiyenler tablosu bu uzun çalışmalar sonucunda ortaya çıkar. Teknik olarak da kendini ileri götürdüğü tablolardan biri olmakla birlikte, beklediği ilgiyi görmez. Bu tabloya bağladığı umutlar suya düşer ve büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Bunun gibi pek çok girişimi de başarısızlıkla sonuçlanır, o gün için.

Yani, ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu bilemeden ölmüştür Van Gogh. Hayatta başarısız biri olarak ölmüştür. Ama bugün resimle alakası  olmayanların bile ismini bilebileceği kadar ünlüdür, resimleri ise paha biçilmez birer sanat eseridir. Amsterdam’da bulunan Van Gogh Müzesi’nde, Van Gogh’un ilk şaheser niteliği taşıyan Patates Yiyenler tablosu yanında, kompozisyonunu çalıştığı dönemin ünlü tablosu da sergilenmektedir. O tablo da buydu işte şeklinde. 

İnsan, yaptığı işe gerçekten inanıyorsa, güveni tamsa, her zaman devam etmek lazım; çünkü gerçekten bütün benliğinle inanıyorsan eğer o gerçek bir başarıdır her zaman. Her ne kadar o gün için başarısız gibi görünse de, kimse anlamasa bile, demek ki anlaşılması için daha zaman var, ben göremeyecek bile olsam demek lazım!  

Wednesday, May 22, 2013

Austen Erkekleri..

Jane Austen romanları, desem herhalde bütün kadınların aklından geçen tek bir şey olur; Mr. Darcy…  19. Yüzyıl başlarında romantik bir İngiliz kır köyü, köye yeni  gelen genç, yakışıklı ve her şeyden önemlisi zengin bir adam, eğlencesi ve dedikodusu bol balolar, kırda yapılan yürüyüşler… Romantik bir aşk için bundan daha uygun bir atmosfer olabilir mi? Hangimiz Gurur ve Önyargı’yı okurken kendimizi Elizabeth Bennet yerine koyup Mr. Darcy’den etkilenmedik,  ya da Emma olup Mr. Knightley’e hayran kalmadık?..

Jane Austen, romanlarındaki ironi ile ünlüdür. Kurguladığı romantik aşk hikayelerinin gölgesinde, dönemindeki kadın erkek eşitsizliğini de oldukça açık ve alaycı bir dille eleştirir. Fakat aslında bu eşitliksiz ortamın, romanlarındaki romantizmi beslemesi ironisinin farkında mıdır acaba o zamanlar?..

En ünlü karakteri Elizabeth Bennet’i ele alalım mesela; beş kız kardeşin ikincisidir. Babasının sahip olduğu bütün mülk ve gelirler, vefatından sonra, kızları ve karısı yerine uzak kuzenine kalacaktır, çünkü o zamanki kanunlara göre miras hakkı kızlarına değil uzaktan akrabası olan bir erkeğe verilmektedir, ancak hiçbir erkek akraba bulunmaması durumunda karısı ve kızları mirastan yararlanabilir. Bu yüzden, Mrs. Bennet ve kızları büyük bir maddi sıkıntı tehditi altında, bir an önce evlenip stabil bir gelir ve sosyetede iyi bir mevki elde etmek dışında pek fazla bir şey beklememektedirler hayattan. Bu kısır döngü içinde, Mr. Darcy,  sosyal statüsü ve yüklü maddi varlığı ile çıkagelir…  Bir takım anlaşmazlıklar, iniş çıkışlar sonunda Elizabeth ve Darcy evlenip mutlu olurlar.

Peki ya, Mr. Darcy ve Elizabeth, Netherfield Park’ta bir baloda değil de, üniversitede aynı sınıfta tanışsalardı? Yine aynı romantik aşk olacak mıydı bakalım? Darcy’nin Elizabeth’ten ders notu istediğini bir düşünsenize;
-Ben bunların bi fotokopisini çektirip getireyim, dedi Mr. Darcy. Oluyor mu şimdi? Ya da şöyle bir soru;
-Vize konuları da dahil mi ya, ne demişti hoca, diye sordu Mr. Darcy.

Grup çalışması yapıyorsunuz; Darcy geç geliyor, yaptığı şeyler de yanlış! Hayda! Herhalde Elizabeth arkadaşına;
-Mr. Darcy’nin gururu ve diğer insanları küçümseyen tavırları onu bu dünyada evlenmek isteyeceğim en son kişi yapıyor, diye yakınmak yerine, şöyle bir tepki verirdi;
 -Bu ne canım böyle, hocaya söyleyelim valla aynı notu almasın bizle, ne geldi ne gitti, verdiğimiz şeyleri de yanlış yapmış, bi daha mı uğraşıcaz şimdi!

Bir yanda oturma planı önceden belli bir davette yemek yerken iki laf etmek, bir göz süzmek var, öte yanda öğle yemeğinde haldır huldur yemek yerken hocaları çekiştirmek var;
-Notu çok düşükmüş, geçen sene sadece bir kişi AA almış, iki kişi mi ne BA, bi kaç kişi BB, geri kalan hep C, D falan, diye açıklamasını sürdürdü Darcy.

Kır yürüyüşü sırasında rastlanılan Mr. Darcy, Elizabeth ve kız kardeşlerine dönüş yolunda eşlik eder. Bu dönüş yolunda eşlik etmek kesinlikle bir artı puandır. Ama bugün, Darcy’nin ya yetişmesi gereken bir otobüsü ya da dönüş yolunun trafiğinin yoğunluğundan mütevellit sorunları vardır. Çoğu zaman eşlik etme kısmı şöyle olur;
- Hııı, ee çok trafik vardır sizin orda, git gel dön, sen gidiverirsin ya noolcak! ya da,
-Benim buna yetişmem gerek hadi görüşürüüüüüzz!”, fıyytt bi bakmışsın çoktan atlamış otobüse!
Benim en çok güldüğümse,
-Ben seni taksiye kadar bırakayım, eve gidince de mesaj at tamam mı?
Bu eve gidip mesaj atma kısmına dikkat güya meraklı ama kendi konforundan da bir vazgeçme, mesaj bekleyene kadar kendim bırakır emin olurum durumu yok. Yani siz şöyle bir Darcy düşünebiliyor musunuz;
-Sizin Longbourn çok sapa kaldı bana sevgili Miss Elizabeth,  buradan posta arabasına bindireyim, sizin evin yakınlarında inersiniz, mektubunuzu bekliyorum sağ salim vardığnıza dair, iyi günler Miss Elizabeth, bayanlar! şapkasıyla selam veren Darcy uzaklaşır.  

Austen romanlarında anlatılan, bir kadın salona girdi mi bütün erkeklerin ayağa kalkması bir gelenektir. Şimdi ise, erkeklerin metroda otobüste lök gibi oturmalarını geçiyorum hadi, ama oturmak için önlerindeki bayanları yana itmek sureti ile önlerine atlama durumunu da nasıl açıklayayım!

Ya da eşitlik meselesini olabildiğince basite indirgeyip yine kendine yontanlara ne demeli:
-Ah Miss Elizabeth, şu masayı da dışarı çıkarıverin tamam, taşırsınız siz onu canım eşitlik eşitlik diye konuşmayı biliyorsunuz, eşitsek madem taşımanızda bir sakıca yok! Yalnız dikkat edin, çizilmesin! diye sırıttı Mr.Darcy. Ben bu eşitlik mevzuunda bu tarz bir laf etmemiş bir y kromozomu sahibi tanımadım bugüne kadar maalesef!  

Tabii biz kadınlar da değiştik, belki önceden idare edilebilecek şeyleri idare etmiyoruz, o kadar üstün ve çekici bir durum yok ortada çünkü, aynı okula gitmişsin, hatta belki daha iyi bir ortalaman ve daha parlak bir geleceğin var, iki yüz yıl öncesindeki kadar etkilenemezsin artık! Hal böyle olunca o romantik aşk da hayal oluyor tabii. 

Thursday, May 16, 2013

Tak Çantayı Koluna, Haydi Herkes Dağ Tırmanışına


 Şimdi bu aralar, üniversitenin bir senesini veya bir dönemini yurtdışında okumak çok moda ya, ben de eksik kalmadım tabii ki. Orada gözlemlediğim şeylerden bir tanesi, yabancılar için spor yapmanın hayatın vazgeçilmezlerinden biri olduğuydu. Öyle zayıflamak için spor salonuna gitmek değil, ya da arkadaşlarla haftada bir futbol maçı yapmak değil sadece… Hop çantalar sırtta dağda yürüyüşe, hop kayağa, hop koşuya falanlar.. İşte tanışıyoruz, ilk sorulardan biri hangi sporla uğraşıyorsun, hobilerin ne, ne diyeceksin; yaz geldi mi yazlığa gider denize girerim mi, ara sıra basket oynarım ama son 3 senedir hiç oynamadım, hobim de yayıp bilgisayarda dizi izlemek mi?

Evet konumuz; spor ve Türkler. Hatırlarsanız geçen sene olimpiyatlarda, milli koşucularımız Aslı Çakır Alptekin ve Gamze Bulut, 1500 m bayanlarda biri olimpiyat şampiyonu ve diğeri olimpiyat ikincisi olmuşlardı. Hepimiz ne kadar da gururlanmıştık. Ama onun dışında, Tekvando dalında; Servet Tazegül altın, bayanlarda Nur Tatar gümüş ve son olarak da Güreş dalında Rıza Kayaalp bronz madalya almıştı, geçen sene. 16 dalda, 114 sporcu ile katılmışız, 5 madalyamız var. Tabii ki de önemli olan katılmak, ama insan biraz daha başarılı neden olmayalım ki diyor.  Herkesin bir teorisi vardır şimdi, sporculara ilgi gösterilmiyor, yeterince desteklenmiyor, gibi gibi… Ben de öyle düşünüyorum; ama bu noktada aklıma bir soru takılıyor, tamam belki okçuluk, atletizm, ya da curling Türkiye’de çok ilgi görmüyor, desteklenmiyor ama ya futbol? Türkiye’de finansal olarak bu kadar desteklenen, bu kadar ilgi gören bırakın sporu, başka bir durum, kurum veya herhangi bir şey gelmiyor benim aklıma. Onda başarılı mıyız, hele de bu kadar çabaya, milyon dolarla ifade edilen transferlere rağmen?..
Peki nedir yabancıları bizlerden bu kadar ayıran bu konuda?.. 

Geçen sene, çok yakın bir arkadaşımı ziyarete gideceğim, Aachen’da yaşıyor. Gitmeden konuşuyoruz, dedi ki,
-İrem, bi gezi var, dağ yürüyüşü, hem de işte bilmem nerde bi şato varmış onu da görürüz hem doğa hem tarih bir arada, ayarlayayım gidelim mi ?
Broşürünü yollamış, baktım, bayağı mountain hiking yazıyor. Arkadaşıma dedim ki; 
-Yaa kızım bizim ne işimiz var, nasıl yapıcaz biz bu montain hikingi, hiking bile yapmadım, kaldı bir de dağda tepede yapıcam.
-Yok yaa sen öyle dediğine bakma, erasmus gezisi bu, bizim arkadaşlar da olacak, şatoyu ziyaret ederiz, öyle bir dağda da yürüyüş olur, sonra tekne turu falan da varmış güzel olacak.
İyi dedim madem öyle gidelim. Ama tabii içimde de bir kuşku var, benim tanıdığım kadarıyla almanlar mountain hiking yazmışlarsa o mountain hikingdir yani. Hadi neyse dedim.
Hiking sabahı.. Kalktık, hiking yapacağız ya sözde, bu yüzden çizmemi değil, converselerimi giydim. Bi şişe de suyu kol çantama koydum, hazırlık bu yani ! Arkadaşım da öyle, çıktık biz tıngır mıngır, gittik buluşma noktasına. Aman bir de baktım, millet batonuna kadar tam takım gelmiş. Bizi düşünebiliyor musunuz,  kol çantamız var yani, öyle garibiz. Arkadaşıma baktım:
-Kızım bu ne böyle, bari sırt çantası alsaydık!
Hala iyimser o:
-Yok yaa, aman bunlar hep böyle her şeyi abartıyorlar.
Onlar mı her şeyi abartıyordu, yoksa biz mi, kasksız motorsiklete biner gibi gelmiştik, zaman her şeyi açıklığa kavuşturacaktı. Gruba katılmıştık bir kere, trene bindik ve yola koyulduk. Tren yolculuğu gayet eğlenceli geçti, bir çok yeni insanla tanıştık. Hep beraber indik ve yürümeye başladık. Şato dağın eteklerindeydi. Oraya kadar gayet mutluyduk. Yoldan meyveler aldık, bir yandan gezip, bir yandan böğürtlen yiyoruz falan, hava güzel, ortam güzel. Bol bol fotoğraf çekiyoruz, aman gayet güzelmiş bu olay ya, diye düşündüm, arkadaşım da bak ben sana dedim, böyle işte diyor.

Ama meğerse daha dağ yürüyüşü başlamamış! Şatoyu gezdik, şatoya giderken, zaten bir ormandan geçmiştik, ben zannediyorum dönüp, tekneye bineceğimiz yere gideceğiz. Hatta kafamda teknede yiyecek bir şeyler var mıdır, yoldan mı alsak diye planlar yapmaktayım. Malum, yürüyüşümüzü yaptık, tarihi gezimiz de tamam artık yorulduk, bir öğle yemeğinin vaktidir. Ben bunları düşünürken grup, normal yoldan sapıp tırmanışa geçmesin mi ! İnsanlar birden tempolarını artırdılar. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, birden yanımızda yürüyen kalabalık gözle görülür bir şekilde uzaklaşmaya başladı. Baktık bu böyle olmayacak, onlara yetişmek için biz de hızlandık.

Bir ormanın içinde sonu görülmeyen bir yamaca doğru tırmanışa geçtik. Sadece tırmanmak yetmiyor, hızlı da olmak gerekiyor aynı zamanda. Derken grup gözden kayboldu. Biz dört kişi kalakaldık mı ormanın ortasında. Yürüyoruz ama nereye gideceğiz, sağımız solumuz aynı ! Baktık, bu böyle olmayacak, diğer iki arkadaşımız, biz biraz daha önden yürüyüp gruba yetişelim bari dediler. Bir süre sonra bunlar gruba yetişmiş olacak ki, “SESİMİZE DOĞRU GELİİİN” diye bağırdıklarını duyduk. Çok havalı bir durum değildi, ama aldıracak halimiz yoktu. Arkadaşım benden daha kondisyonlu çıktı, o da biraz arayı açıp grubun sonunu gördü:
-İrem, ha gayret yürü yürü!

Ama ben nasılım, kalbim şişti, patlayacak sanki, bunca yıllık pelte bünye açılışı mountain hike ile yaparsa olacağı bu ! Arkadaşım hadi diyor, cevap veremiyorum ki, zor nefes alıyorum zaten. Sanki yaralı ve acı çeken bir ayı arkada, takipte gibi hırıltılar çıkarıyorum. Bırak beni git diyeceğim, ama telefonlar çekmiyor, ne yaparım ormanın ortasında…

Bir şekilde tırmanışı tamamladım ama herhalde hayatımın en dehşet verici anlarıydı; insanın fiziksel gücünün sınırlarına bir meydan okumasıydı adeta! Şişmiş kızarık, hafif mora kaçan bir surat, dağılmış saçlar , kan ter içinde zirveye vardığımda, insanları şen şakrak sohbet ederken buldum, inişe geçmek için beni bekliyorlardı.

Efendim bir kere orada kol çantalı bir grup varsa, o da biz Türklerdik. Çünkü amaç spor değil, gezmek! Bizim dışımızdaki insanlar için ise, amaç dağ tırmanışı idi. Bakış açımızda bir yanlışlık var. Baklavasına futbol maçı yapmak gibi bir kavramımız var mesela, amaç kazanıp baklava yemek, spor yapmak değil yani! Spor amaç değil de araç olunca, gereken önem ve disiplinle yaklaşılmayıca sonuç böyle oluyor, tabii sözüm meclisten dışarı. Ama sporun bir kere hayatımızın içine yerleşmemiş bir durumu var. Bunu halletmeden başarı zor görünüyor. 

Wednesday, May 15, 2013

Büyüyünce ne olacaksın ?..


Büyüyünce ne olacaksın ?.. Bu aralar en çok sorguladığım, gece uykularımı kaçıran bir soru bu, 26 yaşında biri için komik mi, bence değil.. 26 yaşında, e hadi 25 diyelim daha 26’yı doldurmadım çünkü, üniversitenin son sınıfındayım, artık belli bir ünvanım olacak hayatta.. Ki zaten bu yaşta hala mezun olmamış olmak bu soruyu sorgularken bir takım maceralar yaşadığımı gösteriyor, onu da başka zaman anlatırım. Gelgelelim bundan, yaklaşık bir 21-22 yıl önce benim büyüyünce ne olacağıma dair kesin bir fikrim vardı. Kelebek olmak!
-Anneee, ben büyüyünce kelebek olacağım, dediğimi hatırlıyorum. Denize gidiyoruz, annem ve babamla, bir kelebek pırpır geçiyor yanımdan. Bence kelebek olmak çok güzel bir şey diye düşünüyorum.
-Kızım sen kelebek olamazsın.
-Neden?
-Kelebek olmak için öyle doğmak gerek çünkü…
Kelebek olmak için öyle doğmak gerekmiş.. Olsun..
-Ben yine de kelebek olucam, ben olurum!
E tabii, olamadım. Hatta “kelebek kadar narin” bile olamadım. Neyse, ama şimdi başka bir açıdan bakacağım bu çocukluk anıma; demek ki herkes içinde bulunduğu toplumun kısıtlamalarına alışmadan onları kanıtsamadan önce, yani çocukken, işte 4-5 yaşlarında kelebek olabileceğine gönülden inanmışken, doğayla bütünleşik bir yaşamın olabileceğini düşünüyor. “Doğayla bütünleşik yaşam” ne mi ? 4-5 yaşlarında bildiğim şeyi şu an unutmuş durumdayım, ben de bilmiyorum. Ama neyi biliyorsun derseniz, en azından odamıza girdiğimizde dışarıyla ilişkimizin yalnızca pencere olmaması gerektiğini, güneşi, rüzgarı, yağmuru hissederek yaşamamız gerektiğini biliyorum. Zaten günler o kadar çabuk geçiyor, biz o kadar kendi sorumluluklarımızın peşinde kayboluyoruz ki, hele de büyük bir şehirde yaşıyorsanız, size yaşamın zevkini hatırlatacak bir yaprak kıpırtısı, gökyüzünün mavisi, iyot kokusu taşıyan bir rüzgar, pırıl pırıl yanan güneş o anınıza o kadar değer katabilir ki, aslında dünyaya da bundan başka bir mutluluk için gelmiyoruz. Bu esnekliği sağlayabilen bir yapılaşmış çevre olabilir mi? İçinde yaşadığımız mekanlar bizi doğadan koparmak yerine, doğayı hissederek yaşamamızı sağlayabilen mekansal kurgular ile tasarlanabilir mi?
Şimdi bir hayal kuralım;
Saat 08.00.. Sabah kalktığımızda güneşin bir ağacın yapraklarından süzülen ışıkları üzerinize düşse, kalksanız , banyoya gidip yüzünüzü yıkarken masmavi gökyüzünü aynadaki aksinize bakarken görseniz, ohooo dışarıya çıkıp işe gideceksiniz, koca bir hayat var önünüzde sanki o gün bir şeyler değişecek gibi hissetmez miydiniz? Ne giysem acaba diye düşünürken, hafif bir rüzgar esti, bir şeyler kokuyor, ne bu, yasemin mi, melisa mı? Cıvıl cıvıl kuşların sesleri geliyor kulağınıza. Giyinip evden çıktınız.
Saat 08.43.. İşe gidiyorsunuz, hayal bu ya yollar da bir garip, aracınızda giderken, o yol kenarındaki zavallı çiçek kompozisyonları yerine, ağaçlar, o da ne ağaçlarla birlikte yapılar var ve bu bütünlük bazı yerlerde uzuyor ve üzerinde yürüyen insan toplukları görüyorsunuz, ee tabii buna biz şaşırıyoruz ama  hayaldeki siz şaşırmadınız, yolda ilerlerken biraz önce gördüğümüz uzantının altından geçtiniz, ince hareketli gölgeler düştü üzerinize, üstte yürüyen insanların yansımalarıydı bunlar, hayat başlamıştı, devam ettiniz, biraz sonra aracınızı durdurdunuz.
Saat 09.00.. İşe koyulma vakti artık, sabahın verdiği enerjiyle birlikte hızlı bir çalışmaya giriştiniz, toplantılar, yetişmesi gereken işin tamamlanması, sunum derken, öğlen olmuştu bile… Bu arada hava değişti, birden sağanak bir yağmur başladı. Vakit az, ama bir ara da vermek lazım… Çalışma alanının ortasındaki avluya gittiniz, yağan yağmur avlu çeperlerinden sızarak, tabanın bir bölümünü kaplayan çiçek tarhlarına süzülüyordu, öğle yemeği için hiç de fena bir atmosfer değil açıkçası, tarhların kenarında bulunan oturma birimlerine herkes yerleşti, keyifli bir sohbet başladı. Biraz sonra kahkahalar yağmurun sesine karışıyordu.
Saat 16.00.. Artık bunaldınız, ama şu işi de yetiştirmeniz gerekiyor, çalışma arkadaşlarınızla yaptığınız fikir alışverişi yeni bitmiş, derken saatlerdir yağan yağmurun diniyor ve avludan çalışma birimlerine yayılan harika toprak kokusu geliyor burnunuza… Nihayet, parmaklarınız klavyede oynamaya başlıyor.
Saat 01.03.. Arasını sizin hayalinize bırakıyorum ama yoğun bir günün ardından yatağınıza uzandığınızda gördüğünüz; yağmurdan sonra netleşmiş , yıldızlarla parlayan koyu lacivert bir gökyüzü ve bu görüntüyü bazı yerlerde perdeleyen siyah yapraklar.. Bir süre bu görüntünün zevkini çıkarıp hayallere dalıyorsunuz, ama yarın cumartesi bu yüzden biraz fazla uyumak istediğiniz için, odanızın üst örtüsünün geçirgenliğini düşürüp öyle uykuya dalıyorsunuz.  

Böyle bir hayali kurması, kafamızda canlandırması bile ne kadar zor değil mi? Ama eminin 5 yaşındaki çocuklar için bir o kadar kolay, çünkü onların düşüncelerinde sınırlar yok. Neyse ki ben şanslıyım, henüz 8 aylık bir kuzenim var, 2-3 sene sonra bütün projelerimde ona danışmayı düşünüyorum. Belki kelebek olamadım ama kelebekmiş gibi hissedilebilecek anlar yaratabilirim insanlar için.