Thursday, October 31, 2013

ÇALIKUŞU


   Reşat Nuri Güntekin’in 1922’de yayınlanan romanı, Çalıkuşu, benim için çok özel bir romandır. Kimin için değildir ki?

   İlk olarak 12 yaşında okumuştum. 6.sınıfa gidiyordum. O kadar etkilenmiştim ki! Okuyan kimi etkilememiştir? Yazıldığı döneme bir bakalım, Kurtuluş Savaşı devam ediyor. Ülkemiz hala düşman işgali altında, ama bir yandan da umut dolu aydınlık bir gelecek göz kırpıyor, yeni bir ülke, yeni bir gelecek parlıyor. Yıllarca savaşlarla, ölümlerle, yıkımlarla umutsuzluğu en somut haliyle görmüş ona dokunmuş bir halktan söz ediyoruz. İnsanın ülkesinin yıkılmasını görmesi çok çok acı bir şey olsa gerek, daha dün gelen işgalci kuvvetlerin, bugün sizin evinizden alıp götürmesi, kendi sokağınızda dahi dolaşamamak, evden dışarıya çıkmaya utanmak nasıl bir duygudur? İnsan bu duyguyla nasıl yaşar?  Biz şimdi bunu anlayamayız, anlayamadığımız için bugün yorum yapmak o kadar kolay ki, ama 1920’lerin Türkiye’sindeki durum tam da buydu. Bir yandan da yeni meclis, yeni ülke, yeni yönetim ve Kurtuluş Mücadelesi insanları büyülüyor, en zor zamanlarda bile hayal etme gücü veriyor, umut veriyordu. İşte Çalıkuşu böyle bir dönemin eseridir.

   Kitabın kahramanı Feride yani namı diğer Çalıkuşu, İstanbullu varlıklı bir ailenin, iyi eğitim görmüş kızıdır. Kuzeni Kâmran’a aşıktır ve tam evlenecekleri sırada Kâmran’ın bir ilişkisinin ortaya çıkması sonucu, bavulunu toplayıp evden ayrılır. Aldığı diploma sayesinde öğretmenlik yapabilme hakkı vardır ve Maarif Müdürlüğü’nden (Milli Eğitim Bakanlığı) görevlendirilip, öğretmen olarak Anadolu’ya gider. Ve Çalıkuşu’nun macerası başlar. Halkı yakından tanımaya başlar, cehalet had safadadır, bu yüzden yanlış inanışlar, bağnazlık, baskı alıp başını yürümüştür. Çalıkuşu, bu cehalete karşı Türkiye’nin aydınlık yüzüdür, ilçe ilçe, kasaba kasaba, köy köy dolaşır ve cehaletle savaşır. Başına türlü işler gelir ve kadın olması da bu durumu kat kat daha zorlaştırır. O dönemde değil kadın öğretmenlerin, erkek öğretmenlerin bile gitmeye çekindiği Anadolu’yu Feride’ye bir öğretmen olarak dolaştıran Güntekin, aslında hayalini kurduğu Türkiye’yi  Feride ile simgeselleştirmiştir.

   Romanın kahramanı neden bir erkek değil de kadındır, hatta bir genç kızdır? Bütün bu hikayeyi pekala Kâmran karakteri de yaşayabilirdi? Anadolu’ya gider cehaletle savaşırdı? Ama hayır, aydınlanma tam olmalıydı ve kadınlardan başlamalıydı, yıllarca erkek-egemen bir toplumun en dipteki varlığı kadınlar, yeni ve aydınlık geleceği kuracaklardı. Bu yüzden karakterin kadın olması çok önemliydi! Hatta ve hatta romanı çarpıcı kılan, Kâmran'ın iddiasız, daha naif bir karakter, Çalıkuşu ise idealist genç bir kadın olmasıdır. İşte Çalıkuşu, aydınlık geleceğin müjdecisidir. O dönemde yazılan en çarpıcı romandır. Kadının kapalı kapıların ardında, çarşafın içinde, erkek ideolojilerine hapsoluşunu reddederek, sosyal hayatta en etkin biçimde yer alma savaşında bir semboldür. Öyle ki, Mustafa Kemal Atatürk bu romanı Büyük Taarruz öncesinde odasından çıkmadan okuyup bitirmiş. Hatta bu yüzden Büyük Taarruz’un birkaç gün geç başladığı bile rivayet ediliyor. Bu bilinmez ama Sivas Milletvekili Mahmut Bey’in günlüklerinde 21 Ağustos 1922 ve 22 Ağustos 1922 tarihlerinde Atatürk’ün Çalıkuşu’nu okuduğu ve çok sevdiği takdir ettiği yazıyor. İşte bağımsız ve aydınlık Türk kadınının hikayesi.

   Bugün üniversite mezunu, kendine güvenli, hayattan birçok beklentisi olan genç bir kadınsam bunu Cumhuriyet ülküsüne borçluyum ve bu ülküyü paylaşan herkese, ama en çok da Mustafa Kemal Atatürk’e, bu hayatımda hiçbir zaman değişmeyecek bir gerçek. 

Sunday, October 20, 2013

Ey Ruh Geldiysen…

   

    Metafizik olaylar, inanmasak bile dikkatimizi çeker… Kendiliğinden yerleri değişen eşyalar, gaipten gelen sesler, belirip kaybolan görüntüler, bunlar klasik ruh hikayelerinde veya gerilim filmlerinde mutlaka bulunan unsurlardır. Bir çok çeşitleri vardır, iyi ruhlar, kötü ruhlar, cinler, periler… Peki ya siz bunlara inanıyor musunuz? 

   İşte size gerçek bir hikaye; arkadaşımın arkadaşının değil bizzat başıma gelmiş bir olay;

   11-12 yaşlarındayım, yaz, yazlıktayız… Bilirsiniz böyle yerlerde bir grup çocuk olur , bisikletleriyle hareket ederler ve her gün bir macera yaşarlar. Ben o yaşlarda bu gruba dahil değildim, ama dahil olmayı da çok istiyordum, beni hiçbir zaman çağırmıyorlardı. Bu duruma çok üzülüyor, bisikletimle gezerken onları görünce yanlarına gidiyordum. Ama bana hep çok kötü davranıyorlardı. Yine yanlarına gittiğim bir gün, biri ortaya harika bir fikir attı; ruh çağıralım… Böyle durumlarda insan hafiften ürperse de, konunun çekiciliğine kendini kaptırır, şimdi sayıyı hatırlayamıyorum ama 8-10 çocuk olmamız lazım. Elimizdeki malzemeler şöyle; deniz havluları, yeni yapılan evlerin bahçesinden aldığımız bir mermer parçası ‘cadı tahtası’ haline getirilmiş halde ve maytaplar var elimizde. Bu maytapların nedeni de birinin babaannesi bu tür işlerle uğraşırmış, eğer ruh gelir de gitmezse, maytap yakılarak ruhun kaçması sağlanırmış. E aklınızda bulunsun, eğer yüzsüz bir ruh sizi ziyarete sürekli geliyor ve bir türlü gitmiyorsa, çözümü maytap! Neyse efendim, tek bir sorun vardı, bu günlük güneşlik güzel günde biz ruh çağıracak derecede kasvetli nereyi bulabilirdik? Evler tabii ki de olmazdı, ya gelir de gitmezse… Ama biz şanslıydık, o dönemde sitede yapılan bir sürü inşaat halinde ev vardı, boşlardı ve de ruh çağırmak için gayet rahat bir şekilde kullanılabilirlerdi.  Hemen böyle bir ev bulduk, içeri girdik, ev neredeyse bitmişti ama ufak tefek eksikleri vardı; mesela üst kata çıkan merdivenin basamaklarının olmaması gibi, ama bizim için yine sorun değildi, merdivenin çelik iskeleti vardı ve basamaklar olmadan da, bu iskelete tırmanarak çıkılabiliyordu.

   Sonunda hepimiz, ruh çağırma seansının gerçekleşeceği odada hazır bir şekilde bulunuyorduk, büyük bir organizasyonumuz vardı, odanın pencereleri, plaj havluları ile kapatılmıştı, mumular yakılmış, cadı tahtası ortaya konulmuş; maytapçılar, cadı tahtası başında elele tutuşup enerji halkası oluşturacaklar, ruh ile bağlantıya geçecek olan seans yöneticisi herkes hazırdı, seansa başlanabilirdi. Yalnız ufak bir sorun vardı, kimin ruhunu çağıracaktık? Kısa bir tartışmadan sonra bu da bulundu, Adile Naşit! Çünkü ruhu çağırmak için, herkesin o kişiyi düşünmesi gerekiyordu ve geçen gece televizyonda izlenilen Hababam Sınıfı bu konuda epey yardımcı olacaktı. Böylece herkes Adile Naşit’i düşünmeye başladı. Yeterince düşündüğümüze inanaya başladığımız bir anda, seans yöneticisi;

-Eyyy ruh, geldiysen, kapıya üç kere vur!, dedi.

Ses yok. Gerilim başladı.

-Ey ruh burada mısın ?

Yine ses yok.

-Adile Naşit’in ruhu burd… derken, tık tık tık diye sesler geldi. Yalnız kapı değil pencere tıklatılmıştı!

Olsun, o kadar alemler arası bağlantı kuruluyordu. Üstelik Adile Naşit ne de olsa genç bir ruh değildi ve bir yanlış anlama sonucu kapı yerine pencereyi tıklatmış olabilirdi. Ayrıntılara takılmamak gerekti. Yalnız bir şey vardı ki herkes acayip tırsmıştı. Ama yine herkes hayran olunası bir soğuk kanlılık içindeydi. Ta ki,

   Güüüümm! Güüüm! Güüüüüm!... diye alt kattan sesler gelmeye başyana kadar. 

   Tırmandığımız merdiven iskeletine sanki biri vuruyordu ve çelik iskelet bütün gücüyle titreşerek bu sesleri çıkartıyordu. İlk olarak maytapçılar, maytapları atarak çığlık çığlığa bağırmaya başladı, herkes bağırıyordu, yanan mumlar, cadı tahtası, deniz havluları her şey bir tarafa fırlamıştı. Herkes kapıyı açarak, basamaksız merdivenlerden can havliyle inmeye başladı, bu inme daha çok bir yuvarlanma şeklindeydi. En sonunda herkes yara bere içinde, alt kattaydı. Etrafta kimseler yoktu ve bisikletine binen kaçtı. Ben de eve doğru yol aldım. Eve gittiğimde, bahçede kuzenlerimi gülerken buldum.

   Adile Naşit’in ruhunun mantıklı açıklaması işgüzar kuzenlerimin, bizi korkutmak için sinsice gelip merdivenlere vurmaları, cama taş atmaları olduğunu öğrendim. Bir süre sonra gerçeği öğrenen ve bana zaten bayılmayan bisikletli çete bu durum için beni suçladı ve aralarına hiçbir zaman giremedim. Bir yaz sonra, çocukluğumun en eğlenceli zamanlarını geçireceğim yeni arkadaşlarımın olacağından habersiz bu duruma üzüldüm tabii.


  Çocukluktan bu yana sizi şaşırtan, eğlendiren konular ne kadar değişiyor değil mi? Mesela kaç çocukluk arkadaşınızla hala görüşüyor ve aynı tadı alıyorsunuz, kaçıyla paylaştığınız şeyler çok azaldı? Fakat metafizik kesinlikle yine aynı heyecanla konuşabileceğiniz bir konu olurdu. Herkes, metafizik bir şeylere inanmayı istiyor, belki bunun nedeni, sonsuz hayat olduğunu düşünmek istememizdir. Yani ölüm var ama öldükten sonra bir şekilde geri gelmek, varlığımızı eşyaları oynatarak da olsa ortaya koyabilme fikri hoşumuza gidiyor sanırım. Yine de hiçbir doğaüstü varlıkla karşılaşmadım, karşılaşmayı da pek istemiyorum şahsen. Ama karşılaşırsam kimi arayacağımı da biliyorum tabii: 








Saturday, October 19, 2013

Dünya’nın Sonu…

   Dünya’nın sonu nasıl gelir? Bir uzaylı istilasıyla mı? Yoksa büyük bir meteorun çapmasıyla mı? Nükleer bir savaşla mı?...

   Tabii bütün bunlarla da olabilir ama geçen gün izlediğim bir belgesel çok daha acı olabileceğini bana gösterdi ve beni gerçekten çok derinden etkiledi. Belgesel arı kolonilerindeki hastalıklar ile ilgiliydi. Arı denince ilk akla gelen, bal, balmumu, arısütü de olsa aslında, ekosistemde öyle bir noktadalar ki eğer onlar olmasa, bugün yediğimiz sebzeler, meyveler, bunlarla beslenen hayvanlar, dolayısıyla süt ürünleri, kısacası bütün besin maddeleri ciddi oranda azalır hatta bazı türler yok olur. Bunun nedeni; arıların bütün bu bitkilerin döllenmesine yardım etmesi. Düşünün ki bir kovan arı bir günde yaklaşık bir milyon çiçeği döllüyor. Peki arıların ortadan kaybolması neye yol açar ? Bunu yaşayan bir köy var, belgeselde bu köyden bahsediyordu.

   Çin’de, geçim kaynağı meyvecilik olan bir köy var. Fakat 1980’li yıllarda arılar bu bölgeyi terk ediyorlar. Bunun nedeni, ya o belgedeki arı ırkının tükenmesi ya da bir salgın hastalık sonucu arıların ölmesi olabilir. Ama düşünün ki, meyvecilik yapak geçinen bir köy. Bunun için arılara ihtiyaçları var. Geçim kaynaklarının yok olduğu gören bir yetkili, bu durumu hükümete yazıyor, gelen cevap şöyle; arı görevini köylülerin yapması ve meyve ağaçlarının elle döllenmesi gerekmektedir. Bu suni dölleme yolu arıların yaptığı kadar kolay değil tabii ki… İnsanlar, Nisan ayında, polenleri yayan çiçekleri topluyorlar ve polenleri bu çiçeklerden ayırıyorlar. Sonra bu polenleri bir araya getirip, bir süre içine lamba koydukları bir kutuda bekletiyorlar, daha sonra olgunlaşan polenleri bir kaba koyuyorlar. Arının tüylü bedeninin etkisini verebilmek için, tavuk tüylerini bir çubuğun üstüne yapıştırıyorlar, ellerinde polen kabı ve tüylü çubuklarla meyve bahçelerine gidiyorlar. Her çiçeğe tek tek, polen kabına batırdıkları çubukla dokunuyorlar. Ama bir armut ağacında kaç tane çiçek olur düşünsenize…


   Eğer arılar yok olursa, çok korkunç bir gelecek bizi bekliyor demektir. Bundan sonra hiçbir arıyı öldürmemeye kararlıyım, hele bal arılarını. Sokarlarsa da soksunlar, çünkü dünya resmen bu küçük böceklerin üstünde duruyormuş.  Türkiye Çin'den sonra dünyanın ikinci en fazla arıya sahip ülkesiymiş. 5,3 milyon arı kolonisi yaşıyormuş. Bu tür bilgileri merak ediyorsanız, aşağıdaki linke bakabilirsiniz. 

Wednesday, October 16, 2013

Sanat Bazen Yazıldığı Gibi Okunur…

   Malum İstanbul, ülkemizin kültür başkenti, gerçekten de bir sanatseverin yaşayabileceği bir kent, son zamanlarda öne çıkan etkinliklerden 13. İstanbul Bienalini ve Sakıp Sabancı Müzesindeki Anish Kapoor sergisini  yakın zamanda gezdim, ama belirteyim, bienalin sadece antrepodaki sergisini gördüm. Bu iki sergi beni, benimle yani izleyenle(?) ürün üzerinden ilişki kurma biçimlerini düşünmeye itti. Bu iki sergi bence iletişim kurmada zayıf kalmışlardı. 
   
   İlk olarak, Anish Kapoor; bu sanatçının tercihinden, ya da küratörün tercihinden kaynaklanıyor olabilir ama Anish Kapoor sergisi sanki çok daha farklı sergilenebilirdi, o dinamizm eserlerde mevcuttu, ama son derece durağan ve sadece uzaktan bakmaya olanak sağlayacak şekilde, eserlere yaklaşma mesafesini belirleyen yerdeki kırmızı bantlara kadar düşünülmüş eski tip bir sergileme düzeni kullanılmıştı. 





   Halbuki eserlerdeki dinamizm o kadar yoğundu ki, insanın altına üstüne iyice bakası geliyor, karmaşık geometrilerini çözme isteği uyandırıyor, fakat bir tablo gibi tek yönlü sergileniş biçimi, öyle bir ilişki kurulmasına olanak vermiyor ve sizde tam anlamıyla ‘içte patlamışlık’ duygusu yaratıyordu. Ben olsam, eserlere dokunulması yasak olabilir, ama en azından aynalar kullanırdım ki; heykellerdeki çok güçlü eğrisel geometriyi ve bu geometrinin sonunda bir kara deliğe dönüşmesi, bu eğrisel formları yutması veya onları üretmesi veya her ikisini de gözlenir kılabileyim. Çünkü o eserin anlaşılması ve beni bir izleyici olarak tatmin etmesi için buna ihtiyacı var. Geometri eserin üstünde de altında da devam ediyor, ama göremiyorsunuz. Eserleri tanımlarken doğru kelimeleri kullanmadım belki ama eserler hakkındaki açıklamalar çok zayıftı. Bu yüzden kendimi suçlayamayacağım. Niye o kadar az metin vardı, bunu da anlamış değilim. Serginin bağlamını tam olarak anlayamadığımı söylemek zorundayım, üçüncü galeriye kadar bir bağlamı olduğunu bile anlayamadım. Oraya eserleri zaten bilen, daha önce görmüş, bağlama aşina biri gelmeyebilir, mesela benim gibi, bu kişilerle iletişim kurmayı kesinlikle düşünmemişler. 


Dragon, Anish Kapoor

  


Ayrıca, Anish Kapoor’un bir elyafın üzerine, pigment dökerek, yarattığı heykellerini kaplama (?) tekniği belli ki sergi için çok kritikti fakat bunla ilgili sadece ya çok küçük bir metin vardı, ya da ben oradaki görevliye ne olduğunu sordum, şu an hatırlayamıyorum. Elyaf (?) mıydı veya başka bir şey mi ondan da emin değilim, en azından, o teknik eserlerin yanında açıklanabilirdi, belki bir video belki izleyenlerin dokunacağı bir örnek yapılıp koyulabilirdi bilmiyorum çeşitli yolları vardır herhalde. Ayrıca üçüncü galerinin en sonunda bulunan, sanırım adı ‘ejderhalar’ olan eser muhteşemdi, ama keşke o pigment kaplamalı tekniğin yarattığı kadifemsi etkiyi görebilseydik. Sergi konularında daha önce çalışmış bir arkadaşım ışıklandırmasının yanlış olduğunu söyledi, ben bu konularda deneyimsiz olduğum için bilmiyorum ama bir izleyici olarak ben de tatmin olmuş değildim. 

   ‘Anne Ben Barbar Mıyım?’ sergisine gelirsek, çok etkileyici eserler vardı gerçekten. Özellikle girişte sergilenen, Jorge Méndez Blake’in  Şato (El Castillo) adlı eseri  çapıcı olduğu kadar basit, izleyiciyle hemen etkileşime geçen, sembolik olmasının yanında karmaşık olmayan net bir eserdi. Girişte sergilenmesi ise bence eserin güçlü mesajıyla örtüşüyordu. 


El Castillo



   Örülen uzun tuğla duvarın en altında, bu duvar örgüsünde düzensizlik yaratan bir Franz Kafka romanı, romanı görebilmek için eğilmek de esrin izleyicisiyle iletişim kurma biçimi açısından bir zenginlikti. Ama bu eser dışında, bu kadar etkilendiğim bir analog eser yoktu. Buna karşı videolar çok etkileyeciydi, hepsi olmasa da… Özellikle, Mika Rottenberg’in Sıkıştır (Squeeze) videosu, belki de Antrepo No.3’ün en çarpıcı ve güçlü eseriydi. 


Los Encargados
Sıkıştır
   




    Rottenberg'in yarattığı o makineyi bir maket de olsa görmek istedim. Jorge Galinda ve Santiago Sierra’nın Los Encargados videosu da çok etkileyiciydi.  Bu videoları izlerken, şöyle düşündüm, 15 dakikalık uzun videolar var, gerçekten izlemek istiyorum ama izleyemiyorum, çünkü sıkılıyorum, bir çoğunuz bilirsiniz, böyle bir sergiye gidildiğinde bir video gösterilecekse, karanlık bir odaya girilir ve o video oturularak ya da o önündeki beş koltukta yer kalmadıysa ayakta, bir duvara yansıtılan projeksiyondan izlenir. Ama öyle olmak zorunda mı? Özellikle bu kadar anlatacak çok şeyi olan bir videoyu neden içeriğine yaraşır bir biçimde daha çarpıcı şekillerde sergilemeyelim? Ya da bana neden öyle ulaşmıyor? Açıkçası ben olsam, Mika Rottenberg’in videosunu, çokgen bir odanın içine yapar ve belki altı yüzeye yansıtırdım, böylece videodaki, klostrofobik üretim makinesi etkisini çok daha fazla verirdim, izleyeci daha aktif bir durumun içinde bulurdu kendini… 

   Shahzia Sikander’in Paralaks anime enstalasyonu bu noktada çok daha fazla tatmin ediciydi. En azından mekan ve ekran kullanımı daha kendine özgüydü. 

Paralaks



   Videolardaki bu görüşüm, analog eserler için de aynı. Mesela Zbigniew Libera’nın  tabloları, bana, şayet ben o tabloların, referans aldığı durumları ve başka sanat eserlerini bilmiyorsam tek başlarına bir şey ifade etmiyorlardı… Söz gelimi, Shakespeare’den Afrika Masalları tablosu, aslında Nazi propoganda filmleri ile ünlü Alman yönetmen Leni Riefenstahl’ın Sudan’da 1962-77 yılları arasında Nuba kabilesi ile çekilen bir fotoğrafına referans veriyormuş. Belki birkaç eser için eve gelip, üzerine tekrar düşünmek, araştırmak eseri yorumlama açısından yararlıdır, ama bütün bir sergi için olanaksız.  En azından referansların açık olup, izleyiciyle iletişimsizliği ortandan kaldıracak bir sunum tasarlanması gerekliliğine inanıyorum, tabii sözüm yalnızca bu eser için değil. 


Leni Riefenstahl, Nuba kabilesinin
fotoğraflarını çekerken
Zbigniew Libera, Shakespeare'den Afrika Masalları

   




















   













    



    Benim düşüncemde, bu iki etkinlik küratörleri iletişim anlamında kendilerini tekrar gözden geçirmeli… Tabii sanatın iletişim içinde olması gerektiğine inanıyorlarsa… Bunlar bir izleyici, ziyaretçi olarak benim düşüncelerim tabii, profesyonel bir eleştirici yapacak birikimim yoktur ama ben de o sergiye gidiyorsam düşüncelerimin değeri vardır diye düşünüyorum... Yine de mutlaka bakış açınızı zenginleştiren, gidilmesi gereken sergiler, bu anlamda kendimi şanslı hissediyorum.

Sunday, October 06, 2013

Hayallerdeki Ken !

  
  Geçen gün arkadaşlarımla konuşuyoruz, konu bir şekilde ilkokul hatıralarına geldi. Zaten birkaç kişi bir araya gelince, çok mühim ortak tanıdıkları da içeren bir olay yoksa, mesela tanıdığınız bir çift sansasyonel bir şekilde ayrılmadıysa, yani çekiştirilecek kişilerin olmadığı muhabbetlerde genelde, küçüklük anıları, küçükken izlenen ortak çizgi filmler, oyuncaklar gibi konular mutlaka ortaya çıkar, herkesin hem anlatmaktan hem dinlemekten zevk alacağı konulardır bunlar. Daha doğrusu herkesin hep bir ağızdan, gülüp konuşacağı konulardır... Aklınızda bulunsun, baktınız, ortam soğudu, insanlar, yaa işte diyip ardından susmaya başladı falan, hemen, yaa siz şeyi hatırlıyor musunuz diye başlayıp, aynı yaş grubu insanların mutlaka bileceği bir çizgi film ortaya attınız mı, ortam hemen ısınır. 

  Neyse, konuyu dağıtmadan, söz ilkokul anılarına geldi; yani iyi ip atlayan kızların popüler, geğirerek konuşan erkeklerin komik olduğu zamanlar… En azından ben öyle biliyorum…

 Şimdi, muhabbet o zamanlar kız erkek ilişkileri nasıldı, arkadaşlarımdan biri diyor ki, bana şiir yazan bir çocuk vardı, diğeri diyor ki ben de kendimi hep bir çocuğu reddederken hatırlıyorum. Ben de düşündüm; ilkokulda erkeklerle ilgili hatırladığım tek imaj; bir meyve suyu kutusunun veya bir kola kutusunun (üzerine iyice basılarak preslenmiş şekilde, öyle daha iyi top oluyor heralde) peşinden haldır huldur koşmaları… Hatta öyle ki, okulun bahçesinde ayrı bi alan vardı, daha doğrusu orası bence iki apartman arasında kalan bir boş arsaydı da, orada top oynansın diye beton dökülmüştü, okula ait değildi de bahçesinin kenarındaydı, neyse hepsi oraya doluşur, orda o meyve suyu kutusunun peşinden koşarlardı. Hatta orası resmen onların simülasyon stadı gibi bir şeydi ve oraya gidince birbirlerine futbolcu isimleriyle sesleniyorlardı! Kızlarsa bahçede, kah kolkola girip yürümek ki, bu bir süre sonra önüme gelene yüz tekme gibi çok amaçsız bir forma dönüşüyordu, kah ip atlamak suretiyle tenefüslerini gayet yaratıcı şekillerde değerlendiriyorlardı. Ben de bunlardan biriydim, ip atlarken 5’lerde yanmamak, en büyük hayalimdi ve bunun için evde sandalyelerin bacaklarına ip takıp (ki halk dilinde don lastiği) oynayarak kendimi geliştirmeye çalışıyordum. Ama lanet olsun ki, sandalyelerin bacakları  3’lere gelince bitiyordu! Yani öyle kimsenin birbirine şiir yazacak hali yoktu. Hatta bırak şiir yazmayı, bence cin ali okusalar yine entellektüel sayılırlardı. Ya da 1.sınıfta bakıştık, 2.sınıfta beni sevdiğini söyledi falan. Benim kafamda birini sevmekle onla evlenmek eş değerdi, kadın erkek ilişkisi; biri anne biri baba olacak, evleneceklerdi yani. Bunlara bakışmak, yazışmak dahil değildi. Hele birinin sana gelip ne diyorsa artık, tost yiyelim mi (bir öğle yemeğine çıkmaya eşdeğer bu yaşta), birlikte tenefüse çıkalım mı işte onu reddetmek olacak iş değildi. Belki o benim saçımı çekmiştir, ben ona gerizekaalı salak demişimdir falan, en fazla… Acaba arkadaşlarımın gittiği, erkeklerin sadece okuma-yazmayı sökmeyip, şiir de yazabildikleri, hisleri de olan veletler oldukları o ulvi okullara gitsem bugün bu durumda olmaz mıydım acaba?..


  Yani hep bi güme gitmişlik, bir ortamını bulamamışlık vardı bende.. Bu küçükkende böyleymiş; Babie bebekle oynarken Ken olmaması mesela... 
7-8 yaşlarındaki kızlar anneleriyle güne giderler, ama bu bir gelenektir ve ailenin sosyo-ekonomik durumuna bakılmaksızın, bir ortamı belli bir süre paylaşan kadınlar -ki bu bir komşu topluluğu olabilir, bir iş arkadaşı topluluğu olabilir veya da annenin okul arkadaşı topluluğu olabilir- gün yaparlar. Sağolsun benim annem, iş, lise, üniversite arkadaşlarıyla ayrı ayrı toplandığı için, bizim her cumartesimiz doluydu, bu gün ortamı da çok deneyimlediğim bir şeydir. Oradaki küçük kızlar için toplantıya barbie getirmek, annenin ev ayakkabısı götürmesiyle eş değerdi, iki torbamız vardı giderken, ev ayakkabısı ve barbie bebek. Herkesin Barbie bebeği çeşit çeşit, baloya giden barbie, balıkçı barbie, dağcı barbie, son derece fit ve bakımlı ve de tarz hanımlar, bunlar... Oynarken diyoruz ki bunların bi de sevgilisi olsun, tabii bu düşünerek bir Ken bebek yaratılmış ama Barbieler zaten çok pahalı  oyuncaklar, bir de Ken alınsa maaş mı dayanır ona, kimsenin Ken’i yok. Biz de, bu Kenmiş mesela diyerek,  Ken yerine, oyucak ayı, deodorant kutusu, kalem artık ne uydurursak kullanıyorduk, Ken hep hayallerde kalıyordu yani. Güzelim barbie bebeğin, temelde odun olan kurşun kalemle romantizm yaşama çabaları hep bu kuşağı mahvetti.  Ama yine insan mutlu  olacak bir şeyler buluyor; Allah’tan benim Ken yine kurşun kalemdi, ya ayı olsaydı!..

Wednesday, October 02, 2013

Sizin İşiniz De Zor Valla…

-Bu İstanbul’un da trafiği değil mi?... Sizin de işiniz zor…

Hangimiz bu cümleyi bir takside kurmadık?.. Bu cümlenin ardından, taksicinin yakınmalarını dinleyip, kafa sallamadık. Sanki o an trafikle yalnız kendisi boğuşuyor, işe veya eve gitme telaşında olan biz değilmişiz gibi… Halbuki taksicinin bir yere yetişmek gibi bir niyeti yok. İşini yapıyor zaten, bir de hazır onun şikayetlerini dinleyen biri var, daha ne olsun! Hangimiz iş yerinde müşterimize veya çalışma arkadaşlarımıza derdimizi anlatıp rahatlıyoruz!.. Trafik stresliymiş, evet stresli, ama sadece taksicilere stresli değil ki, yani taksideki yolcu veya otobüsteki, veya arabasındaki adam da aynı trafikte değil mi, onlar paralel bir evrende rahatça gidip gelmiyorlar ki! Bir de üstüne para almıyorlar, hatta veriyorlar! 

-Yok kardeşim, ben şimdi Taksim’e nasıl gideyim, ohoooo ne trafik vardır şimdi orda…  Bu saatte Taksim’e mi gidilir!

Bu öyle bir fırçayı atış ki, bütün jest ve mimikleriyle,sizi öyle bir ikna ediyor, size kendinizi öyle bir suçlu hissettiriyor ki, adam haklı, ben nasıl böyle bir şeyi sormaya cesaret ettim, hatta nasıl aklımdan geçirdim diye kendinize kızıyorsunuz.  Sanki adamın işi, insanları bir yerden bir yere taşımak değil !.. Nasıl oldu da, sizi bir yere götürmesini talep ettiniz, ne cüretle!  Mesela, bir manavdan şöyle bir şey duydunuz mu:
-Bir kilo elma, yarım kilo domates istiyorum.
-Yok kardeşim yok, çok az alıyorsun git başka manava… Biz ancak toplam 5 kilo alırsan satış yaparız…

Hayır, ama taksicilere bakın;
-Yok ben alamam seni kardeş, git başkasına, ben ancak karşıya geçenleri alıyorum.
Ya da bazen tam tersi, mesafe çok uzun geliyor;
-Ohooo, ağabeycim şimdi buradan oraya git, dön, dönüşte trafik vardır, uğraşılmaz ağabeycim..

Yani bu özgürlük hangi meslekte vardır başka? Mesela, bankadasınız, sıra size geldi, bankacı şöyle diyebilir mi:
-Ohooo, hanımefendi sizin işlem çok uzunmuş, bunu yapamam ben…

İstediğin zaman, istediğin miktarda çalışıyorsun, sadece omuriliğini kullanarak yaptığın bir işten dünyanın parasını kazanıyorsun, ayrıca bütün gün söylenip, haddinden fazla uzun veya kısa yol gitmek isteyen veya yanında bozuk olmayan münasebetsiz  müşterileri azarlayıp azıcık rahatlıyorsun, iş süresi boyunca hemen karşılaştığın herkesçe haklı bulunuyor, onaylanıyorsun, böyle tatlı meslek nerde var!