Malum İstanbul,
ülkemizin kültür başkenti, gerçekten de bir sanatseverin yaşayabileceği bir
kent, son zamanlarda öne çıkan etkinliklerden 13. İstanbul Bienalini ve
Sakıp Sabancı Müzesindeki Anish Kapoor sergisini yakın zamanda gezdim, ama belirteyim, bienalin
sadece antrepodaki sergisini gördüm. Bu iki sergi beni, benimle yani izleyenle(?)
ürün üzerinden ilişki kurma biçimlerini düşünmeye itti. Bu iki sergi bence
iletişim kurmada zayıf kalmışlardı.
İlk olarak, Anish Kapoor; bu sanatçının tercihinden, ya da küratörün
tercihinden kaynaklanıyor olabilir ama Anish Kapoor sergisi sanki çok daha
farklı sergilenebilirdi, o dinamizm eserlerde mevcuttu, ama son derece durağan
ve sadece uzaktan bakmaya olanak sağlayacak şekilde, eserlere yaklaşma mesafesini
belirleyen yerdeki kırmızı bantlara kadar düşünülmüş eski tip bir sergileme
düzeni kullanılmıştı.
Halbuki eserlerdeki dinamizm o kadar yoğundu ki, insanın
altına üstüne iyice bakası geliyor, karmaşık geometrilerini çözme isteği
uyandırıyor, fakat bir tablo gibi tek yönlü sergileniş biçimi, öyle bir ilişki
kurulmasına olanak vermiyor ve sizde tam anlamıyla ‘içte patlamışlık’ duygusu
yaratıyordu. Ben olsam, eserlere dokunulması yasak olabilir, ama en azından
aynalar kullanırdım ki; heykellerdeki çok güçlü eğrisel geometriyi ve bu
geometrinin sonunda bir kara deliğe dönüşmesi, bu eğrisel formları yutması veya onları üretmesi veya her ikisini de
gözlenir kılabileyim. Çünkü o eserin anlaşılması ve beni bir izleyici olarak
tatmin etmesi için buna ihtiyacı var. Geometri eserin üstünde de altında da
devam ediyor, ama göremiyorsunuz. Eserleri tanımlarken doğru kelimeleri
kullanmadım belki ama eserler hakkındaki açıklamalar çok zayıftı. Bu yüzden
kendimi suçlayamayacağım. Niye o kadar az metin vardı, bunu da anlamış değilim.
Serginin bağlamını tam olarak anlayamadığımı söylemek zorundayım, üçüncü
galeriye kadar bir bağlamı olduğunu bile anlayamadım. Oraya eserleri zaten
bilen, daha önce görmüş, bağlama aşina biri gelmeyebilir, mesela benim gibi, bu
kişilerle iletişim kurmayı kesinlikle düşünmemişler.
Dragon, Anish Kapoor |
Ayrıca, Anish Kapoor’un
bir elyafın üzerine, pigment dökerek, yarattığı heykellerini kaplama (?)
tekniği belli ki sergi için çok kritikti fakat bunla ilgili sadece ya çok küçük
bir metin vardı, ya da ben oradaki görevliye ne olduğunu sordum, şu an hatırlayamıyorum. Elyaf (?) mıydı veya başka
bir şey mi ondan da emin değilim, en azından, o teknik eserlerin yanında
açıklanabilirdi, belki bir video belki izleyenlerin dokunacağı bir örnek
yapılıp koyulabilirdi bilmiyorum çeşitli yolları vardır herhalde. Ayrıca üçüncü
galerinin en sonunda bulunan, sanırım adı ‘ejderhalar’ olan eser muhteşemdi,
ama keşke o pigment kaplamalı tekniğin yarattığı kadifemsi etkiyi
görebilseydik. Sergi konularında daha önce çalışmış bir arkadaşım
ışıklandırmasının yanlış olduğunu söyledi, ben bu konularda deneyimsiz olduğum
için bilmiyorum ama bir izleyici olarak ben de tatmin olmuş değildim.
‘Anne
Ben Barbar Mıyım?’ sergisine gelirsek, çok etkileyici eserler vardı
gerçekten. Özellikle girişte sergilenen, Jorge
Méndez Blake’in Şato (El Castillo) adlı
eseri çapıcı olduğu kadar basit, izleyiciyle hemen etkileşime
geçen, sembolik olmasının yanında karmaşık olmayan net bir eserdi. Girişte
sergilenmesi ise bence eserin güçlü mesajıyla örtüşüyordu.
El Castillo |
Örülen uzun tuğla duvarın en altında, bu
duvar örgüsünde düzensizlik yaratan bir Franz Kafka romanı, romanı görebilmek
için eğilmek de esrin izleyicisiyle iletişim kurma biçimi açısından bir
zenginlikti. Ama bu eser dışında, bu kadar etkilendiğim bir analog eser yoktu.
Buna karşı videolar çok etkileyeciydi, hepsi olmasa da… Özellikle, Mika Rottenberg’in Sıkıştır (Squeeze)
videosu, belki de Antrepo No.3’ün en çarpıcı ve güçlü eseriydi.
Los Encargados |
Sıkıştır |
Rottenberg'in yarattığı
o makineyi bir maket de olsa görmek istedim. Jorge Galinda ve Santiago Sierra’nın Los Encargados videosu da
çok etkileyiciydi. Bu videoları
izlerken, şöyle düşündüm, 15 dakikalık uzun videolar var, gerçekten
izlemek istiyorum ama izleyemiyorum, çünkü sıkılıyorum, bir çoğunuz bilirsiniz,
böyle bir sergiye gidildiğinde bir video gösterilecekse, karanlık bir odaya
girilir ve o video oturularak ya da o önündeki beş koltukta yer kalmadıysa
ayakta, bir duvara yansıtılan projeksiyondan izlenir. Ama öyle olmak zorunda
mı? Özellikle bu kadar anlatacak çok şeyi olan bir videoyu neden içeriğine
yaraşır bir biçimde daha çarpıcı şekillerde sergilemeyelim? Ya da bana neden
öyle ulaşmıyor? Açıkçası ben olsam, Mika
Rottenberg’in videosunu, çokgen bir odanın içine yapar ve belki altı
yüzeye yansıtırdım, böylece videodaki, klostrofobik üretim makinesi etkisini
çok daha fazla verirdim, izleyeci daha aktif bir durumun içinde bulurdu kendini…
Shahzia Sikander’in Paralaks
anime enstalasyonu bu noktada çok daha fazla tatmin ediciydi. En azından mekan
ve ekran kullanımı daha kendine özgüydü.
Paralaks |
Videolardaki bu
görüşüm, analog eserler için de aynı. Mesela Zbigniew Libera’nın tabloları, bana, şayet ben o tabloların, referans aldığı durumları ve başka sanat eserlerini bilmiyorsam tek başlarına bir şey ifade
etmiyorlardı… Söz gelimi, Shakespeare’den Afrika Masalları
tablosu, aslında Nazi propoganda filmleri ile ünlü Alman yönetmen Leni Riefenstahl’ın Sudan’da 1962-77
yılları arasında Nuba kabilesi ile
çekilen bir fotoğrafına referans veriyormuş. Belki birkaç eser için eve gelip,
üzerine tekrar düşünmek, araştırmak eseri yorumlama açısından yararlıdır, ama bütün bir sergi için olanaksız. En azından referansların açık olup,
izleyiciyle iletişimsizliği ortandan kaldıracak bir sunum tasarlanması
gerekliliğine inanıyorum, tabii sözüm yalnızca bu eser için değil.
Leni Riefenstahl, Nuba kabilesinin fotoğraflarını çekerken |
Zbigniew Libera, Shakespeare'den Afrika Masalları |
Benim düşüncemde, bu iki etkinlik küratörleri iletişim anlamında kendilerini tekrar gözden geçirmeli… Tabii sanatın iletişim içinde olması gerektiğine inanıyorlarsa… Bunlar bir izleyici, ziyaretçi olarak benim düşüncelerim tabii, profesyonel bir eleştirici yapacak birikimim yoktur ama ben de o sergiye gidiyorsam düşüncelerimin değeri vardır diye düşünüyorum... Yine de mutlaka bakış açınızı zenginleştiren, gidilmesi gereken sergiler, bu anlamda kendimi şanslı hissediyorum.
No comments:
Post a Comment