Thursday, September 26, 2013

Sincaplar ve Diğerleri

Çok sevdiğim ve de hafiften filozof bulduğum birinin hikayesidir bu. Ya da bu yazının ilham perisi diyelim… İlham perimin filozofluğu, ne okuma ve araştırma ile elde edilmiştir, ne de her Türk dizisinin veya filminin vazgeçilmez filozof balıkçısı (!) gibi sırrını hayat tecrübesinden gelir; sadece bazı insanların, doğuştan kendi özgün bakış açılarını oluşturmak ve hayatı herkesten farklı algılamak gibi bir özellikleri vardır.
Şimdi, onun başından geçen bir olayı aktarayım da ne demek istediğimi daha iyi anlatabileyim; bir iş başvurusu için doldurduğu bir formda şöyle bir soru var, "Hangi hayvan olmak istediniz?" O da sincap yazmış. Daha sonra görüşmeye çağırıldığında sormuşlar;

-Beyefendi, niye sincap olmak isterdiniz?
-Rahat bir hayatı var diye düşünüyorum, ağaçlarda dolaşır, sevimli bir hayvan, bilmiyorum, sincabı severim, ondan sincap olmak isterdim diye yazdım.
-Peki neden aslan değil, kaplan değil de sincap?
-Yani… Çünkü sincap olmak isterdim, aslan veya kaplan değil.
-Genelde insanlar öyle yazarlar, sizinkini görünce şaşırdık.
-…

Bana bunu anlatırken,

-Yahu ben illa aslan kaplan olmak zorunda mıyım, sincap olmak isterdim arkadaş, sincap ! Herkes kaplan mı olacak!

Peki neden bir çok insan, aslan veya kaplan gibi hayvanlar yazıyor? Bence bunun sebebi, kafamızdaki kalıplar, aslan oğlum, aslanım, koçum, koç gibi, kaplan gibi, deyişleri yok mudur, işte bütün bunlar takdir edilmeye, güçlü olmaya yoruluyor, kendini böyle tanımlıyor bir çok insan. Mesela ayı yazan var mıdır acaba, ya da tilki?


Aslında belki risk almıyorlar, karşılarındakinin de kafasında aynı kalıplar var ve onların bu tercihini hiç irdelemeden kabullenme olasılığı çok yüksek. Bir nevi ben herkes gibi bu işte çalışırım, yapıldığı şekilde, yapılması gerekenleri yaparım demek oluyor. Neden böyle dedim? Binlerce, on binlerce belki de çok daha fazla cevabı olan “hangi hayvan olmak isterdiniz” sorusuna, yüzde doksanın verdiği cevabı veriyor, mesela niye kirpi değil, niye tavşan değil, niye antilop değil, zebra değil, ceylan değil, oğlak değil de kaplansın? Ama sincap cevabı, ben önümdeki seçeneklerin hepsini görüyorum, belli başlı yollardan değil, kendi yolumdan giderim, bana verilen işi ancak benim yapabileceğim şekilde yaparım demek bence. Kesinlikle daha çok şey vaat ediyor değil mi? 

Friday, September 20, 2013

Güzelliğin On Para Etmez

"Güzelliģin on para etmez
Bendeki bu aşk olmasa
Eğlenecek yer bulamam
Gönlümdeki köşk olmasa"

Aşık Veysel ne güzel söylemiş, yaptığım araştırmalar sonucu, ki araştırmalar çaktırmadan, muhabbet arasında aldığım bilgilere dayanıyor, herkes sevilmek istiyor. Filmlerde, romanlarda bahsedilen, çok sevilen o kişi var ya, aslında o bizi çok seven kişi... insan sevilmek,sevildiğini hissetmek istiyor, en çok aranılanlar da dolayısıyla seni sevenler oluyor. Ya da sevdiğini düşündüklerin...

Monday, September 16, 2013

Victor Hugo ve Popüler Kültür

Notre Dame’ın Kamburu özgün adıyla Notre Dame de Paris, Victor Hugo’nun odak noktasına bir yapıyı koyduğu ünlü romanıdır. Orada can alıcı bir cümlesi vardır;  “bu (okuduğumuz kitabı kasteder), bunu (Notre Dame kilisesi üzerinden mimarinin döneme tanıklık yapma özelliğini kasteder) öldürecektir”. 

Bir anlamda da doğru bir sözdür. Mimarinin artık döneme tanıklık etmek, bir tarihi belge olmak başlıca dertleri arasında değil, eskisi gibi freskler, yazıtlar, cephelerde betimlemeleri yok. Ama yine de dönemi ve dönemin teknolojisini tabii ki de yansıtıyor bir şekilde, o ayrı bir konu.

Mimarinin yerine geçen, kitaplar, yani yayınlar aslında bambaşka bir kültürün öncüsü oldular, gazeteler, dergiler, kitaplar derken radyo, en hızlandırıcı öğe daha sonra geldi;  televizyon. Popüler kültür, evet! Ama artık buna elveda demek üzereyiz.

Çünkü, kullandığımız bambaşka bir şey; internet ve sosyal medya denen ‘baş belası’, medya patronlarının kitleleri istedikleri gibi yoğurabilecekleri yegane aracı yani televizyon ve yazılı basını öldürecek. Bir tezgahtan servis edilen programlar, bize tek tip bir kültür, düşünme tarzı, giyinme tarzı sunuyordu. Okuduklarımız, izlediklerimiz, hayat tarzımızı, tüketim alışkanlıklarımızı belirliyor, bu öyle bir güç ki, insanların ne düşüneceklerini, ne giyeceklerini, ne okuyacaklarını, neye kızıp, neyi seveceklerini söyleyebileceğiniz, kontrol edebileceğiniz bir güç. Bu da, popüler kültür denilen, çabuk tüketilen her türlü ürünün- ki bu kimi zaman popüler bir kişi, kimi zaman bir kıyafet, kimi zaman bir kitap, kimi zaman bir düşünüş biçimi bile olabiliyor- geniş toplum kitlelerince benimsenmesini oldukça kolaylaştırıyordu. Ama artık internetin yaygın kullanımı, anında elimize gelen bilgi akışı, dünyanın her yerinden, her kesiminden, haber almanızı sağlamanın yanında; bir çok farklı görüşü, filmi, diziyi, kitabı, yazıyı tanıyıp, kendi ilgi alanlarınızı fark edip, kendi düşüncenizi oluşturmanıza yardımcı oluyor. Artık, tek tip programlar, kalıplaşmış sorular sizi tatmin etmiyor, elinizdeki cihazınızla hem kendi fikirlerinizi ya da üretimlerinizi başkalarının beğenisine sunup, hem başkalarının paylaşımlarına anında geri dönüş yapabiliyorsunuz. Hayat ve iletişim, etkileşim hızlandı; eski tip politikacıların veya medya patronlarının kolaylıkla kontrol edebileceği bir toplum yok artık. Dünyada olup bitenleri çok farklı açılardan izleyebileceğimiz, çok çeşitli haber kaynakları elimizin altında.

Endüstri toplumundan, bilgi toplumuna geçtik mi gerçekten? Hala belli tüketim alışkanlıkları aşılanıyor tabii ki, başka bir endüstri gelişiyor doğru, hatta tam da bu bilgi toplumu üzerinden teknoloji tekeli kurulmaya çalışılıyor, bir sene geçmeden kendini telefon yenilemek, tablet yenilemek zorunda hissetme durumu bunun bir sonucu. Her dönem kendi kültürünü, artı ve eksileriyle yaratıyor. Ama farklı olan bir şey ise; bu bilgi akışının ve etkileşimin kontrol altına alınmasının neredeyse imkansız olması. İnsanlar arasında iletişim oldukça ve her geçen gün arttıkça, birbirlerini yakından tanıdıkça birbirlerini anlayacaklar.


Benim inancıma göre bilgi toplumu; kendilerine anlatılanı yaşamayacaklar, kendilerini anlatarak yaşayacaklar.