Friday, November 29, 2013
Wednesday, November 27, 2013
Mexico City'den Çorum'a...
Rüya benim gözümden
başlıyor, böyle ara bir sokaktayım, nedense üstümdeki kıyafetler bir garip
derken, aynaya bir bakıyorum. Bayağı erkek olmuşum. O an yaşadığım dehşet çok
fena, suratım ellerim, saçlarım, hatta bıyığım var… Erkek olmuşum!! Nasıl
olabilir diye düşünürken, o ilk dehşet anı geçtikten sonra, bayağı yakışıklı
bir erkek olduğumu düşünüyorum ve diyorum offf kendim ben olmasaydım, erkek
halim benden ayrı biri olsaydı, ben de ben olsaydım kesin aşık olurdum. Belki
erkek halim, kız halimden daha çok prim yapardı…
En azından öküz
olmazdım bence… Şöyle bir nasıl erkek olurdum diye düşündüm de, bence iyi
olurdum ama yine de erkek olmak istemezdim. Çünkü kız olmak çok daha eğlenceli
ve kızlar çok daha şeytan. Mesela hiçbir erkek bir kızı elde edeyim diye
komplolar kurup, taktikler geliştirip, işte mesajına şu kadar zaman sonra cevap
vereyim şöyle yapayım böyle yapayım diye düşünmüyordur. Böyle oyunlara maruz
kalmak ve hiçbir zaman anlamamak istemezdim doğrusu…
Ya da belki de bu
küçüklüğümden kalma bir durum. Babaannemin Yalan Rüzgarı izlediği zamanlardan,
çünkü sürekli bir komplo havası, bir tuzak kurma, tuzağa düşürme durumu vardı o
dizilerde… Bir av ve avcı ilişkisi… Benim izlediğim çizgi filmlerden çok
farklıydı. Pek de anlamazdım tabii ama, balıklarımın ismini Alex ve Victor koyacak kadar anlamışım en azından. Şimdi
hala yayınlanıyor mu bilmiyorum ama, televizyonum olmadığından pek
izleyemiyorum akşamüstü kuşağını, ben şöyle bir ilkokul orta okul seviyesine
gelinceye kadar akşamüzeri pembe diziler olurdu. Hatta sabah da olurdu. Şöyle
bir şey hatırlıyorum, öğlen okula gittiğim zamanlarda yani öğlenci olduğum
zamanlarda, Maria Mercedes diye bir dizi izliyordum, Arı Maya’dan sonra
başlıyordu. Önce Arı Maya’yı sonra Maria Mercedes’i izliyordum, bendeki duygu
karmaşasını düşünün artık!
Birinde neşeli
neşeli bal toplayan arılar, bir 20 dk sonra;
-Seni seviyorum
Juan Carlos! Bana inanmalısın!
-Sana inanmıyorum
Maria Mercedes! Senden nefret ediyorum!
-Benim suçum yok
Juan Carlos, Carmen yalan söylüyor, Sebastian’la sadece arkadaşız!
Ertesi gün Arı Maya’yı
şu kafayla izliyorum:
-Bence Philip kesin
Maya’yı seviyor!
Philip de arı tabii
bu arada, birlikte maceradan maceraya koşuyorlar.
Neyse bence yine
şanlıymışım, şunları da izliyor olabilirdim:
Türkü nağmeleri ile
göbek atan insanlar, sonra:
-Ayyy Zehra
Teyzeee, ne göbek attın yaş kaç?
-Altmış yedi.
-Maşallah, nerden
geliyorsun?
-Çorum.
-Anlat bakalım
kendinden bahset?
-Çorumluyum, ev
kendimin, üçüncü kocam 6 ay önce sizlere ömür, üç oğlan, iki kız var, hepsi
evli, 5 torunum var.
-Allah bağışlasın.
Neden evlenmek istiyorsun?
-Hayat eşi arıyom
kendime, gezmek, eğlenmek istiyom.
-O zaman hemen
talibin Mahmut Amca geliyorrrr…
Mahmut Amca da bir
süre göbek attıktan sonra Zehra Teyze’yle birbirlerini tanımaya çalışırlar,
sunucunun da yardımı ile,
-Hoş geldin Mahmut Amca,
yaş kaç?
-Altmış beş.
-Ohh, maşallah,
niye Zehra Teyze’ye talip oldunuz?
-Televizyonda
gördüm, çok beğendim kendisini.
-Zehra Teyze sorun
var mı Mahmut Amca’ya?
-Evet, evi kendinin
mi onu sormak isterim öncelikle.
Daha sonra, emekliliği, sigortası, mal varlığı,
çocuklarının ayak bağı olup olmayacağı, maaşı didik didik sorulup, maddi olarak
tatmin olunursa,
-Hee, ben de
beğendim kendisini, denmek sureti ile göbek atma faslına başanır tekrar ya da
Madden tatmin
olunmayınca,
-Bana uygun değil, ….
Hanım, denmek sureti ile bir daha göbek atılmasına şahit olup, aşkı bu şekilde
değerlendirebilirdim.
Aslında, şimdi
düşününce, Maria Mercedes’in mantığı da pek farklı değildi, karakterlerin daha
çekici olmasının yanında, Juan Carlos bilmem ne şirketinin sahibi olmasa,
malikanede yaşamasa, son model bir araba kullanarak tenis oynamaya gidiyor
olmasa falan belki Maria Mercedes’in pek de bir şey ifade etmeyecekti. Yani
Zehra Teyze bir Maria Mercedes olmadığı için istekleri daha makul, ev kira
olmasın, emeklisi olsun falan gibi, bir de belki daha bir dürüst.
Evet, belki de bu
akşamüstü kuşağıyla yetişmiş nesil şöyle olacak;
-Can naber? Senden
hoşlanıyor gibiyim ama emin olamadım, aylık gelirin ne kadar?
-5000 TL
-Gayri menkul
durumları nasıl? Ev, arsa? Araban var mı?
Sonra belki hep
beraber göbek atarlar. Bilemiyorum. Bu evlilik işlerini 60 yaşındakilerin
süzülmüş hayat tecrübeleri ile yorumlayışlarını gören bir nesil olarak
muhtemelen bizden çok daha başarı olurlar.
Tuesday, November 26, 2013
Seçtiklerimiz
mi bizi belirliyor, yoksa seçilmediklerimiz mi?
Galibiyetlerimiz
mi daha değerli, yenilgilerimiz mi?
Hep
kazanılanlar bizi sınırlar mı? Hiç kaybettiğiniz için kazandınız mı? Peki bütün
kayıplar kazanç, kazançlar kayıp olur mu?
2005… Haziran…
İlk kez üniversite sınavına giriyorum, heyecandan ve stresten midem ağrıyor,
ama olacak diyorum kendime hayallerime kavuşacağım, ya yapamazsam diyorum bir
yandan… Girdim sınava… Çıktım… Hayatımın en kötü en çaresiz ve inancını
kaybetmiş zamanlarını yaşayarak,
istemediğim bir okula istemediğim bir bölüme gitmeye karar verdim. Önce
hazırlık okudum, sonra bölüm dersleri başladı. İki sene okudum. Bu arada o
okulda istediğim bölüme geçiş yapmayı düşündüm, ama ben öyle ikinci yolları
falan hiç beceremem, o da tabii ki olmadı, bir kere hiç başvuramadım, bir kere
de reddedildim. Sonra dedim ki, ya kendime olan inancımı kaybedeceğim ve burada
kalacağım ya da bütün benliğimle çalışarak en istediğim yere gireceğim. En
istediğim yer, en iyisi olsa bile… Her şeyi bıraktım, bir daha sınava girdim ve
dört sene boyunca her gün okula giderken hayallerimi yaşadım, çok mutlu oldum. Tek
istediğim bölümü, tek istediğim yerde okudum. Kimseyle kendimi
karşılaştırmıyorum bu yüzden, herkesin kendi hayatı, kendi koşulları ve yolları
var. Benimki de buydu. Diyorum ki, beni yatay geçiş için kabul etmemeleri benim
şansım olmuş, böylece istediğim şeye kıyısından değil, tam da ortasından
geçerek ulaştım, tam istediğim şekilde.
Anladım ki,
insanın kendine olan güveni gittiğinde ruhu da beraberinde gidiyor. En önemli
şey, bütün yenilgilerden sonra kendini toplayıp, hayatına yön vermek, kontrolü
eline almak!
Şimdi yine
böyle bir durum ile karşı karşıyayım yıllar sonra, belki de şöyle demem gerek
kendime;
Buraya
gelirken amacın neydi? Gerçekten hayattan ne istiyorsun her şeyi unutup bunu
söyle…
Tuesday, November 12, 2013
Boooozaaa ve diğerleri…
Uzun zamandır duymadığım bir sesi duyarak
şaşırdım az önce.
-Boooozaaa…
Saat boza satılacak kadar geç değil, sadece
21:40, hava da o kadar soğuk değil, evet. Ama kim bu sesi duyup da geriye
dönmez ki, ben dönüyorum ve bir çoğumuzun da çocukluğuna döndüğünü biliyorum.
Kış, yatağındasın, yorganın altına iyice gömülmüşsün, dışarıda neredeyse
sessizlik hakim, kedilerin miyavlaması daha net ve yankılı duyuluyor, uzak
caddeden geçen bir arabanın sesi duyulup, kayboluyor, ara ara rüzgarın sesini
duyuyorsun ve birden bir insan:
-Boooozaaa… Boooozaaa…
diye bağırıyor.
O zamanlar bozanın ne olduğunu bildiğimden
emin değilim, sadece bir insanın o saatte yatağında olması gerektiğini, sokakta
kim bilir ne kadar yalnız olduğunu ve hiç korkup korkmadığını düşünürdüm. Kendi
halimden son derece memnun bir şekilde uykuya dalardım.
Biraz daha büyüyünce, bozanın bir içecek
olduğunu anladım ya da öğrendim sanırım, ama niye gece satılıyordu ki? Bunu
araştırdım, sonuçta herkes bir şeyler söylemiş, ama genel geçer bir hikaye, bir
anekdot bulamadım bununla ilgili.
Ama bozayla ilgili ilginç bir şey öğrendim,
bir nevi bira gibi bir içecekmiş, sonuçta mayalanarak üretildiği için, bir
miktar alkol açığa çıkıyor, hatta ‘ekşi boza’ denilen türünde bozayı içki
kategorisine sokacak derecede alkol bulunurmuş, asıl boza da oymuş aslında,
bunu o dönemin ekşi boza satan bozahanelerinin sayısının, diğerlerine oranla
epeyce yüksek olmasından anlayabiliyoruz. Bu yüzden bir dönem Osmanlı’da
yasaklandığı bile olmuş. Böylelikle günümüze kalan, alkolsüz boza olmuş. Boza
Osmanlı döneminde de gece satılırmış, yani bir gelenek var aslında. Bozacılar,
gece yanlarında bir fener eşliğinde gezerlermiş sokaklarda. Boza hakkında bu kadar bilgim oldu bunca sene
sonra, eğer bir daha duyarsam, bozacıyı çağırıp boza alacağım, bir yerde
geleneği yaşatmak lazım, ayrıca da karşılaşmanın zamanı geldi artık.
Bununla birlikte, araştırmalarım sonucu bozacı üzerinden yapılan bir reklam da buldum, gayet yaratıcı, bu reklamı ben hayal meyal hatırlıyorum, o zamanlar çocuktum, kaç yılıydı bilmiyorum ama 90’ların sonu veya 2000’leri başı olsa gerek. Daha muhafazakarlaştıramadıklarının medyada ve basında yaşayabildiği zamanlar, dindar ve kindar gençlik modelinin ortaya atılmadığı, her aileden en az 3 çocuk beklenmediği, bir erkeğin birden fazla karısının olmasının doğal olduğu, hatta kadınların kocalarına arkadaşları ile birlikte olmasını salık vermesinin de bittabi doğal olduğunu savunan aile danışmanlarının(!) hayal bile edilemediği, bozacının ‘ekşi boza’sını gece 22.00’den sonra satabildiği yıllardı o yıllardı, yani ileri demokrasi ve özgürlük yoktu şimdiki gibi. Zaten bir demokrasi ‘muhafazakar’ olmadığı müddetçe demokrasi sayılamaz. Özgürleşme ancak ve ancak ‘muhafazakar’ olursa özgürleşmedir. Halk dediğin ‘muhafazakar’dır. ‘Bizim muhafazakar demokrat’ yapımıza uymayan üç beş çapulcu halk olamaz. Sanat dediğin de elbette ki ‘muhafazakar’ tarafından olacaktır. Bale denilen şey ise Türk aile yapısına, örf ve adetlerine kesinlikle uygun değildir. Affedersiniz, buradaki ‘Türk’ kelimesini çıkaralım, biz darbeci miyiz, ırkçı mıyız değil mi efendim, huzur ve güven ortamını bozmayalım. Ekonomik gelişme de tabii ki, bundan doğal ne var, ‘muhafazakar’ olmalıdır, ‘muhafazakar demokrat’ şirketler kazanmalı, ‘muhafazakar demokrat’ patronlar zengin olmalıdır ki, her ‘muhafazakar’ alanda ve her ‘muhafazakar’ kesimde ekonomik ilerleme olsun. Eğitim ‘muhafazakar’, bilim zaten ‘muhafazakar’ olmalıdır! Neydi o eskiden Darwin denen adam atmış ortaya bir teori çürütecez diye didin dur, toptan yasaklarım arkadaş, bu ülkede ‘muhafazakar demokrasi’ var!
Monday, November 11, 2013
Düşünün ki, Ayasofya Yıkılmış…
Amerika’ya hiç
gitmedim ama bu sene yüksek lisans başvurusu yapmak için, üniversitelerini
etraflıca araştırdım. Orada aradıkları tek özelliğin aslında, farklı olmak
olduğunu gördüm. Farklı olmak, kendine özgü olmak, başkalarının
düşünemeyeceğini düşünmek en paha biçilmez mücevher olmak gibi bir şey onlar
için. Çünkü farklı düşünen adam, Apple’ı kurabilir, farklı adam Facebook’u
yaratır, farklı adam bilgisayarları kişisel hale getirmenin gerekliliğini ve bu
büyük pazarı görür. 4.00’e yakın hatta 4.00 ortalamalarla kabul edilmeyen
insanlar var, önemli olan sana verileni yapmak değil, senin olanı yapmak çünkü.
Ben Amerika’ya gider
miyim gitmez miyim bilinmez ama bu bakış açısı, kısaca fırsatçılık,
girişimcilik onları bugünkü konumlarına getirmiş bulunmakta. Bugünkü konumları
ise, en basit haliyle herkes bir Amerikan dizisi izliyorsa (filmleri zaten
geçtik de), hala en çok tercih edilen bilgisayar ve akıllı telefon, tablet
markası (pahalı olmasına rağmen) Apple’sa, herkesin facebook hesabı varsa -hamburger,
Cola, mısır gevreği, bu örnekler hayatımızın öyle her yerindeki, benim tek tek
sıralamama gerek yok- adamlar farklı bir şey yapıyorlar demek ki. Bence şunu
yapıyorlar; fikirlere ve bireyselliğe son derece değer veriyorlar. Bu onlar
için önemli, Türkiye’de ise tam tersi, sen ne kadar sıradan ve uyumluysan, ne
kadar genel geçersen değerin o denli artıyor. En basit örnekle, iş yerinde,
orada verilen işi ne kadar uygun yapacağınız önemlidir, sizin ne katacağınız,
nasıl yaralı olacağınız değil. Verilen işi ne kadar sürede, ne kadar doğrulukla
yaparsınız. Farklı insan belli kalıpların dışına çıkmak ister, bu elinde
değildir, bu insanı doğru kullanırlarsa –ki bu da yine farklı olmayı
gerektirir- işte o zaman piyasayı siz belirlersiniz, diğerleri sizin
sisteminizin birer parçası olarak kalır. Bu her alanda böyledir.
Ama bu karakter
meselesi, düşünüş biçimi meselesi, değişir mi, bilmiyorum, pek umudum yok bu
konuda, ama değişmesi için elimden gelen gayreti göstereceğim.
İkincisi kendi
mesleğimle ilgili bir eleştirici olacak. Bu fark yaratamama özgün olamama konusuna
yine burada yinelemekle beraber, ikincisi de etik olamamakla ilgili. Ne yazık
ki, Türkiye’de mimarlık anlamında tek tük örneklerin dışında değerli ve özgün
olan bir ürün olmadığı gibi, ahlaklı ve adaletli bir sektör anlayışı da yoktur
(eğer çok nadir olarak varsa da onları tenzih ederek konuşuyorum). Ahlaklı
değildir; çünkü ne yazık ki, kanunda açıkça sigortasız eleman çalıştırılmaması
gerektiği halde ve bu bir insan hakkı ve çalışan hakkı olduğu halde, mimarlık
ofislerinin büyük bir çoğunluğu hala yanında sigortasız eleman çalıştırmakta ve
iş görüşmelerinde sigortasız çalışmayı teklif etmektedir. Bunun yanında,
adaletsizdir; çünkü, çalışma süresi bir gün içinde en az 8 saat olması
gerekirken, daha fazla çalışıldığında, fazla mesai ücreti ödenmesi gerekirken,
hala mimar olarak yanlarında çalıştırdıklara elemanları, fazla mesai ücreti
ödemeden bir günde en az 9-10 saat çalıştırmayı kendilerinde hak görüyorlar ve
bunu doğal karşılıyorlar. Ayrıca, TMMOB’un belirlediği minimum ücretin yarısına
adam çalıştırmayı düşünebiliyorlar, ki bu da asgari ücretin altındadır. Ayrıca adaletli
maaşı veremeyeceği için değil, vermek istemediği için, mimarlık ofisi sahibi
daha fazla kazanmak istediği için vermiyor, bu da bir gerçek. Görüldüğü gibi,
mimarların, sosyal adalet konularında atıp tutması resmen komedi, hele
Belediyeleri, rant için kenti mahvetmeleri konusunda eleştirmeleri iki
yüzlülüğün dik alası. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol, aksi takdirde
o hep dalga geçtiğin, suçladığın müteahhitler senden daha dürüst bu da bir
gerçek ve senin bilmen gerekiyor.
Şimdi, ben
üniversite mezunuyum. Hem de alanında Türkiye’de birinci sırada öğrenci alan
bir okulun. Türkiye’nin en iyi birkaç üniversitesinden birinden mezunum. Artı
şeyleri hiç yazmayacağım, ben asgari ücretin altına, sigortasız bir şekilde,
haftada en az 60 saat çalışarak mesleğimimi yapayım, yoksa gidip bir yerde
garson olarak işe girip, en azından asgari ücret + yol + yemek + sigorta ve
haftada 40 saat (kesin yani fazla çalıştırma hakları yok çünkü) çalışayım? Yani
mantıklı olan ikinci seçenek değil mi? O zaman zavallı devlet beni bunca sene
ne diye okuttu? Garson olayım diye mi? Devletin parasıyla çok iyi bir
üniversite eğitimi aldım, lise eğitimi aldım, ortaokul, ilkokul, yurtdışında
bir sene yine devletin parasıyla okudum, artı ailem bu kadar sene beni okuttu,
yazık değil mi? Milletin vergisi boşa gitti! Bekleniyor ki, ben bu öğrendiğim
bilgilerle, profesyonel anlamda ülkeyi ileri götüreceğim, nitelikli ürünler
yaratacağım, ekonomiye katkı sağlayacağım? Nasıl yapacağım güzel kardeşlerim?
Türkiye neden mi
hala üçüncü dünya ülkesi? İşte tam da bu yüzden üçüncü dünya ülkesi, çünkü
bilgi üretimi Türkiye’de YA-PI-LA-MI-YOR! Ne yazık ki! Artı milletin vergisi,
üniversitelerde boşuna çarçur ediliyor, bu ülkede herkes, taksici garson,
hademe, temizlikçi, işletmeci gibi bilgi birikimi ve akademik çözümleme bilgisi
olmayan işlerde daha rahat kazanıyor ve
sosyal güvence elde ediyor.
Madem mimarlık bu
kadar ucuz bir uzmanlık, o halde bir önerim var; mimarlık bölümlerini toptan
kapatın! Nasılsa, öyle veya böyle bir teknik lise mezunu da yapamaz mı bu
projeleri, o kadar bile değer verilmiyor esasen mimarlık mezunlarına ama hadi
neyse, o zaman bu kadar öğretim üyesi boşuna para yemez, devlet bütçesinden
büyük bir yük kalkar, mimar olacağım diye tutturan öğrenciler, o puanla
mühendis olurlar, işletme okurlar, ailelerin ve devletin emeği ve parası boşuna
gitmez. Bunu yazmak bir mimar olarak ne kadar utanç verici olursa olsun, bu
tabloya bakılırsa gerçek ne yazık ki.
Ama şu da unutulmamalıdır
ki, bugün İstanbul denince akla ilk gelen şey hala Ayasofyadır, Paris deyince
Eiffel kulesi, Roma deyince Colosseum, Barcelona deyince Sagrada Familia, Mısır
deyice Piramitler … Ne çılgın projeler, ne tüp geçitler, ne plazalar, ne
plazalardaki şirketler, ne toplu konut siteleri, ne rezidanslar, ne alışveriş
merkezleri… Mesela, Ayasofya’yı yıkın, İstanbul ne kaybeder, bir düşünün, bence
kimliğini kaybeder, peki, Sapphire’i yıkın, İstanbul ne kaybeder, para
kaybeder. Mimarlık eğitimi olmazsa, mimarlık pratiği olmazsa işte bizde
Ayasofyasız İstanbul gibi kalırız. Çünkü mimarlık sosyal bilincin ve
gelişmişliğin bir göstergesidir, hatta sosyal bilimlerle mühendislik
bilimlerinin bir birleşimi, mimari sizin sandığınızdan da fazla benliğinizi
etkileyen, yaşam tarzınızı belirleyen, toplum kimliğini, sizin bireysel
kimliğinizi, çalışma azminizi, hayata bağlanmanızı bile etkileyen bir unsurdur.
Bu mimari, nitelikliyse bütün bu saydıklarım da o denli nitelikli olur. Ancak
nitelikli toplumlar, ekonomiye yön verir. Nitelikli toplumlar, nitelikli mimari
üretir, kimliğini mimari üzerinden yazar. Nitelikli mimari de ancak akademik
eğitim ve sağlam bir meslek etiğiyle olur.
Friday, November 08, 2013
AAA-SOSYAL MEDYA!
Bilenler bilirler, teknolojiye son derece
büyük bir saygım vardır. Hele sosyal medyaya ayrı bir sempatim var. Hatta
bitirme projemde mimari mekanla sosyal medyadaki sanal mekanlar nasıl
harmanlanabilir, bu sanal platformlar nasıl fiziksel mekanla bir araya
gelebilir üzerine bir proje yapmıştım. (Ay bu cümleyi yazmak, beni başvuru
mektubu yazdığım zamanlara götürdü, pek hoşlanmadım, neyse.) Peki ben sosyal
medyayı çok kullanan ya da ,ne demeliyim, iyi kullanan bir insan mıyım? Kesinlikle
hayır. Ben sosyal medyayı yanlış kullanan insanlardanım kesinlikle. Özellikle
facebook denilen lanet yok mu, ahh! Çalışmak zorunda olduğun ama çalışmanın bir
türlü içinden gelmediği anlarda adeta bir bataklığa saplanır gibi saplandığın o
facebook!
Bir facebooka bakayım sonra başlarım dediğiniz
o anlar size de sonun başlangıcı gibi gelmiyor mu? Ve gerçekten facebook olmasa
çoktan unutup gideceğin bir tomar insanın hayatlarının en ince detayına kadar
öğrenmenin verdiği o garip, rahatsız edici, ama bir şekilde seni içine çeken
duygu, nedir o ya?
Hadi onları hayatının bir döneminde tanıdın,
tamam, ama yanlarındaki insanların (ki gerçekten hiç tanımıyorsun, muhtemelen
de tanışmayacaksın) profillerine (bu profil de garip bir şey, kişilik yerine
profil falan, ama şimdi bunun sosyolojik ve psikolojik irdelemesine girmem, ne
de olsa hepimiz aynı gemideyiz bir yerde) girip bakmak nedir? Yooo, yooo, ben
sapık değilim, bunu herkes yapıyor biliyorum! En azından herkes, bir kere bile
olsa (ki sen de ben de biliyoruz, birden fazla kere) bir arkadaşın profilinde
gördüğü birine bakmıştır. Bu bazen zincirleme olabiliyor, yani şöyle:
-Kimmiş bu kız yaa, klik, hmmm bizim
okuldaymış, hiç görmedim, 33 ortak arkadaş, vayy, kimmiş bunlar, haaa onu da mı
tanıyormuş, klik, bu resimdeki çocuk kim, klik, bu ne demiş, klik, bu kim,
klik, tanımıyorum, nerden bu, klik, resimlere bakayım, klik, yurtdışında, klik,
yazlıkta, klik, ayak fotoğrafı, klik, kediyle, klik, pehhh sıkıldım, şu kim,
klik, klik, klik, klik, klik, klik, klik…
Böylece hiç tanımadığınız bir ton insanın
hayatına ait detayları beyniniz yüklerken, zaman akıyor, bu akan zaman zarfı için
de asıl yapılması gereken işler hep bir kenarda biçare bekliyorlar. Sonunda,
bilgisayar başında geçirilen vaktin, yüzde 80’i, yüzde 90’nın ayak, kek, çay,
içki kadehi olan fotoğraflara bakmakla geçiyor! Ve durup şöyle soruyorsunuz,
bunu kendime neden yaptım? Neden? Ama yapmaktan da vazgeçemiyorsunuz… İşleriniz
zamanında bitmediği için gerçek sosyal paylaşımlarda bulunamıyorsunuz. Böyle
bir çelişki, bir döngü bu!
Evet bu yazıyı da, aslında yapmam gereken
başka bir şeyi ihmal ederek yazdığım, doğrudur. Ama zevk alıyorum, napayım?
Ama yiğidi öldürelim hakkını yemeyelim, hakkında bilgi edinmek istediğimiz bir kişinin
külot rengine kadar kolayca öğrenebildiğimiz hangi platform vardı daha önce?
Hem de o kişinin rızası dahilinde öğreniyorsun, yazmış, yapmış, yüklemiş,
sunuma hazırlamış kendini. Profili kabak gibi, neden bakmayalım değil mi? Artık
herkes daha şeffaf, ne düşündüğü, ne okuduğu, ne dinlediği, kiminle arkadaş
olduğu, nerede çalıştığı, okuduğu, her şey belli, bir gizemimiz kalmadı yani.
Eskiden pek mi bi gizemliydiniz diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Cevap
veriyorum, evet! Ahh be ilkokul arkadaşım, ben senin dün nerede kimle yemek
yediğini biliyorum yahu! Sen de benimkini biliyorsun, söyle bana, sen de “ilkokulda
bi İrem vardı, ne oldu ona acaba” diye düşünmeyi ve sonra bir 10 yıl beni
unutmayı istemez miydin! Bu gizem nerede şimdi?
Benim değil ama teyzemin başına gelen küçük
bir olayı da anlatmak istiyorum bu ilkokul arkadaşı konusunda… Teyzem diye
söylemiyorum kendisi çok başarılı bir doktor ve akademisyendir. Bir gün
facebook açmaya karar vermiş, facebooka üye olurken de malumunuz, işte nerede
okudun nerede çalışıyorsun gibi sorular var, teyzem de ortaokulunu yazmış, ama
bakmış bir ton şey var, sıkılmış, kapatmış. Ertesi gün facebookta bir mesaj;
“ Merhaba …,
ben ilkokuldan …,
hayrola sen akıllı çalışkan bir kızdın, ortaokula kadar mı okudun? Çok üzüldüm :(
“
Neymiş, gizemi
bozmamak lazımmış…
Sunday, November 03, 2013
Paranoyalar
Geçen gün bir yazı
okudum, daha doğrusu bir çizgi-hikaye gibi bir şey diyeyim… Paranoyalardan
bahsediyordu. Daha doğrusu, yazan kişi paranoyalarının gerçek olduğuna yürekten
inanmıştı. Olay şu, sinemaya gidiyor, yanında bir çift var, kızla erkek yer
değiştiriyor, argümanı şu, ben sanki asılacağım o kıza niye yer değiştiriyorlar
ki, diye rahatsız olduğunu ifade ediyor bu ve bunun benzeri örneklerle. Tabii
haklı olabilir veya olmayabilir, bunu bilmiyoruz.
Ama bazen olayları
tersinden düşününce o kadar komik oluyor ki, belki de olay şöyledir:
Kız, facebooktan
check-in yapıyor bir yandan:
-İyi ki geldik bu
filme canım, çok merak ediyorum.
Kız düşünce balonu:
o o o Ne etcem yaa,
dünyayı kurtarıyorlarmış bilmem ne!
Çocuk:
-Sen ilk ikisini
izlemiş miydin?
O arada, gayet
kalıplı bir amcam ilk ikisini izlemiş bir şekilde, lönk diye kızın önüne
oturur.
Kız:
-Yaaa!
Çocuk, gayet
centilmen, ne yapsın mecbur yer değiştirecek:
-Sen buraya geç
istersen…
Çocuk düşünce
balonu:
o o o Has..r yaa,
nerden çıktı bu adam, ben görebilir miyim acaba, hadi o kısa boylu da, hadi
beee, görülmüyor işte, ulan gelmeyecektim bu filme kızla şimdi, ilk ikisini
izlememiş daha, üçüncüyü tabak gibi izlesin, ooff, neyse, Emre’lerle bi daha
giderim nasılsa..
Çocuk:
-Böyle daha rahatsın
di mi aşkım?
Kız:
-Evet canııım,
tişikkür ederim
Kız düşünce balonu:
o o o Off şimdi iki
saat ne filmi bu yaa, neyse, şu ay bi bitsin, sevimli bebek sesi taklidini de
bırakıcam zaten, kaç yaşına geldim, yakışmıyor ama eski alışkanlık bir
kurtulamadım gitti yaa, ya da bırakmayayım yaa, ne de olsa hep bi gideri var,
ivit ivit bince blakmiim, mivivi, sevimli böyle yaa, kırışıklıklarım da var,
evet ama olsun, bi çocuk taklidi,
tamamdır…
Hikayemizin
kahramanı düşünce balonu:
o o o Ulan ne hıyar
çift, sanki yicem kızı, hemen yer değiştirdiler, kırolar…
Böyle de olmuş
olabilir, ama algımız bize bazen oyunlar oynar. Hehhe, mesela lise de en
romantik olduğun zamanlar, şöyle baktı, böyle baktı muhabbeti çok vardır ya.
Lisede tenefüste hoşlandığın çocuğu görürsün mesela kapıdan çıkarken, bir an
göz göze gelirsin, sonra muhabbet şöyledir;
-Ay bana mı baktı o,
salak yaaa!
-Evet kızım, hem de
çocuk sanki acı çeker gibi baktı, senden hoşlanıyor ya belli bişey bu, ama
açılamıyor acı çekiyor.
-Di mi, yaa sanki
bana da öyle geliyor, öyle mi yaaa sizce?
Bugünkü halimle
cevap veriyorum:
-Hayır! Çocuk
muhtemelen şunları düşünüyor,
-Ulan, öğle
tatilinde o köşedeki büfeden bi daha yarım ekmek yemicem lan, off midem, bi
koşu tuvalete gideyim, ama dur ben koşmayayım ne olur ne olmaz, off acı çektim
resmen ya, ne eti yedim lan ben, yoksa, yoksa, ulan Çamur (okul civarında
dolaşan yaşlı bir köpek, birkaç gündür ortalarda görünmüyor), hiii Çamur’u mu
kesti bu büfeciler, yok yaa, ne alaka ?????? ?? ??? ?? ??????? ? ? ? ? Hı?
Tuvalete gitmek
üzere kapıya dönüyor, o sırada siz de kapıdan çıkıyorsunuz.
Olaylar aslında pek
de düşündüğümüz gibi dönmüyor, biz sadece kendimizi biraz fazla önemsiyoruz.
Ama böyle yazdığıma bakmayın, tiplerini beğenmediğim insanlar metroya bindi mi,
hala sonrakini beklerim, ya da içimden bir ses bu yoldan gitme dediği için yolu
uzatmışlığım çok olmuştur.
***
Çamur hala kayıp!
Büfeci Sami ise bu konuda suskunluğunu korumaya devam ediyor.
Subscribe to:
Posts (Atom)