Tuesday, August 27, 2013

Ben Bu Yaz Sadeleşmek İstiyorum…

İnsanın, kendine arada durup bir dışarıdan bakması gerek. O zaman çok aşılmaz gibi görünen dertler, çok çaresiz gibi görülen durumlar, hafifleyebildiği gibi, çok haklı gibi gördüğün düşüncelerin de bir anda çürüyebiliyor, çok farklı zannettiğin sen bir anda komik oluveriyorsun.

Çok sempatik olduğunu zannederken ne kadar itici, çok alakalıymış gibi görünürken ne kadar ilgisiz olduğunu, çok bilgili olduğunu zannederken ne kadar cahil olduğunu kavrayıveriyorsun.

Bütün bunları bu yaz ara ara hissetsem ve yüzleşmemek için hemen oradan uzaklaşsam da, aslında bugün yaşadığım bir olayla öyle somut ve gerçek bir şekilde yüzüme çarptı ki, vurucu belirginliği karşında ancak gülebilirdim…

Ben de güldüm, hayat teşekkürler bugün, 26. Yaş günümde bana hayatımın en 
önemli dersini verdin.

Olay şöyle gelişti;

Dolmuştayız.. Evime gelmek üzere son birkaç 10 metre kalmış,

Ben:

-Otobüs durağını geçince, köşede müsait bi…

Bu arada birkaç metre kala, ben henüz cümlemi bitirmemişken, arkadan bir ses, kesin, net, ne istediğini biliyor:

-Yolağzında!

Ve aynı noktada iniyoruz. Hayatın sadeleşmiş haliydi bu. O an, olması gereken tepkiyi verip, o anı, o anda bırakıp, geçip gitmek… Evet dolmuştaki bilge amcanın aslında yaptığı tam olarak da buydu. Bütün fazlalıklardan kurtulmuş hali.

Bu fazlılıklar da genelde kendimizi önemli hissetmemizden kaynaklanıyor bence, ya da kendini önemli hissetmek iyi de, kendini çok önemli hissetmek belki biraz durumu sizin için zorlaştırıyor. Bazen hayatın kendisinin öne geçmesine izin vermek, daha mı iyi olurdu acaba ?

Bunu ben mi söylüyorum ? Evet, aynen. Kendini son derece önemsediğinde, hayat daha zor, daha aşılmaz oluyor, sen çok önemlisin ya, olan veya olmayan işlerin etkisi de o derece çok oluyor üzerinde.

Bu yüzden, bugün ayaküstü yaşadığım bu aydınlanma ile birlikte, daha sade bir ben olarak ve bugün benim günüm olmasına rağmen (yine bir parça ego), kendimin değil ama hayatın ön plana geçmesine izin veriyorum.


Dip Not: Belki bütün bunlar olmadan önce, bindiğim taksinin sürücüsünün parapsikoloji uzmanı çıkıp, Başak burcu ve Koç yükseleni üzerinden kişiliğimi yorumlaması biraz pozitif enerji yaratmıştır. Onu da başka zaman anlatırım. 

Tuesday, August 06, 2013

ARAda Bir Rem Koolhaas

“Ben bir dahi olacağım”, Dali’nin sözleridir. Gerçekten de bugün, bir dahi olarak kabul edilir. Resim yapmaya karar verdiğinde,

-Ben bir dahi olacağım, der. Ne kadar iddialı geliyor değil mi? Anlaşılan Dali’nin etrafında,

-Olursun anam olursun, demekle olunuyordu sanki, diye kıkır kıkır gülen insanlar yokmuş, ya da kendini küçümsemeyi bir toplum karakteri olarak benimsemiş bir coğrafyada doğmamış. Eğer öyle olsaydı, ben mi dahi olacağım, ben neyim ki der, hayal etmekten vazgeçerdi. Başlarken sordum ya, ne kadar iddialı geliyor diye değil mi? Peki, aslında iddiasız olması anlamsız değil mi? Kendine profesyonel olarak bir alan seçiyor, bir sanat dalı, peki niye literatüre girme, kendi sözünü söyleme çabası olmasın? İddia bunun neresinde? Bence herkes, seçtiği alanın, en iyisi olma çabası içine girmezse ayıp! O işi hiç yapmasın daha iyi!
Bakın Türkler olarak, istisnasız hepimizin içinde, en başarılılarımızın bile içinde,biz de … mesleğindeyiz ama işte, bu iş yurtdışında en iyi yapılıyor. Ya bırak Allah aşkına, o adamın nöronları senden farklı mı çalışıyor, sen niye böyle bir engel koyuyorsun ki kendine?!

Mesela, ben bir olay anlatayım, Ankara’da bir mimarlık ofisi, kurucuları Türkiye’de bir mimarlık ekolü olan bir okuldan mezun, yine o okulda mimarlık öğrencilerine bir konferans vermek üzere değer görülüp, çağırılmışlar, ilk slayt “Rem Koolhaas değiliz”. Rem Koolhaas, mimarlık literatürüne girmiş, kendi özgün sözünü söylemiş, 90larda ünlenmiş, hala aktif çalışan Hollandalı bir mimar. Ama açıkçası bir Mimar Sinan dehasına kesinlikle sahip olmayan biri. Şimdi, sen Türkiye gibi büyük bir ülkenin, en zeki, yetenekli çocuklarının gittiği bir üniversiteye gidiyorsun, ve sunumuna böyle başlıyorsun. Onlara da zamanında, üniversitedeki hocaları bunu söylemiş. Buna inanmışlar ve biz mimar olduk, kıyısından köşesinden kendi çapımızda para kazanalım, aman mimarlık literatürüne girmek şöyle dursun, bunu bile hayal etmeyelim, bunu düşünebilecek, mimar adayları da olursa, boş hayallere kapılmasınlar. Düşünce bu! Bir de, siz kimsiniz ki, bir Rem Koolhaas olacaksınız gibi bir önyargı ve aşağılamayla baktığı insanlar, Türkiye’nin en parlak mimarlık öğrencileri!.. Konferans şöyle devam ediyor, aman boş hayallere kapılmayın, yapıp yapabileceğiniz mimarlık sınırlıdır, üzmeyin canınızı, kıyıdan kıyıdan geçip, mesleğinizin arkasından dolaşıp, bir iz bırakdan, bırakmayı hayal bile etmeden, çıkışa doğru sessizce ilerleyin…

Açıkçası,ben kendi meslek grubum için söylesem de, siz de iyi biliyorsunuz ki, Türkiye’de her alanda olan bir aşağılık kompleksidir bu! Ben bu aşağılık kompleksini cidden anlayamıyorum. Hollanda Türkiye’nin kaçta kaçı kadar bir ülke bilmiyorum ama zaten çok küçük, Türkiye kadar ne insan, ne yaşayış, ne düşünce, ne tarih zenginliği olan bir ülke. Bu orayı küçümsediğimden değil ama bizden daha üstün olabilecekleri hiçbir nokta yok. Ayrıca eminim ki bizdeki kadar seçici zor bir eğitim sistemi de yok. Zaten insan populasyonundaki zeki, yetenekli, yaratıcı insan sayısı, doğal olarak, nüfus arttıkça artan bir değişken. Dolayısıyla, bu yetenekli topluluktan, en az Rem Koolhaas kadar kendine özgü olabilecek mimarlar çıkmasın kİ? Bu mantık, son derece olası bir olayı bu kadar abartıp imkansızlaştırmayı anlamıyorum.

Ama bir durum var ki, sen kendine inanmıyorsan, başka insanlar sana niye inansın? Sen kendine değer vermiyorsan, yaptığın işleri değersiz buluyorsan, seni başkaları niye takdir etsin?

İnsan, üniversiteye gidiyorsa, demektir ki o artık, insanlık için çalışacak, yani para kazanmak için değil, bir kere bu bilinç olmalı. Çünkü para kazanmak için, hayatı idame ettirmek için, bir üniversite eğimine ihtiyaç yoktur. Bir taksici olarak, ayda, en az bir mimar kadar hatta çok daha fazla para kazanabiliriz, mesela. Demek ki, para kazanmak için bu işlere girişmedik, aynı zamanda, akademik bir saygınlığımız olsun istiyoruz, o zaman, bunun hakkını vermemiz gerekir.
En iyi olmak, insanlığa, ortak bilgi birikimine bir katkımız olması, mesleğimizi daha ileriye götürmeye çabaladığımız takdirde, o zaman (kendi mesleğim için söyleyeceğim ama aslında bütün meslek grupları için de söylüyorum) mesleğini ileri taşımış, evrensel kültüre bir miras bırakmış, bugün de bir çok açıdan eserleri incelenip, hala bilgi üretiminin bir nesnesi olan Mimar Sinan’ın yetiştiği topraklardan çıkan yüzlerce Rem Koolhaas, Zaha Hadid, Frank Gehry çıkacaktır.


Bu yazıyı yazdıktan sonra, şöyle bir haber gördüm, Çevre ve Şehircilik Bakanı açıklama yapmış; “Bizden mucit çıkmaz, ara elemen yetiştiren bir ülkeyiz” diye. 

Saturday, August 03, 2013

Kızlar Anlar...

Proton demişken... Bir yazı yazabilirdim sana ama yazılmışı varmış... Hatta söylenmişi bile varmış, bize de dinlemek kalmış...

Dur yaa, edit edit... Yazayım birşeyler içimde kalmasın, yine dinleriz şarkıyı... 

Her kızın başına gelmiştir bu olay; benim şahsen çok başıma gelmiştir. Bu başınıza Beyoğlu'nda bir partide, bir yerde arkadaşlarınızla otururken, hatta bütün bunlardan bunalmış, kendinize vakit ayırmak için gittiğiniz dans salonunda bile başınıza gelebilir. Bu protoncuklar diye tabir ettiğimiz kararsız yapıdaki, ne istediğini bilmez hiç bir zamanda bileceğini düşünmediğimiz tiplerdir. 

Tip1: 
Akşam çıktınız, arkadaşınız ve onun bir kaç arkadaşı bir yerlerde takılıyorlarmış, siz de bi bakayım dediniz. Bulunduklara yere gittiniz, 
-Merhaba, ben İrem. 
Gruptakiler, iyi eğlenceli tiplere benziyor. Tip1 o an, içlerine gizlenmiş; ama pusuda beklemekte... 
-Hee, yeni kız geldi ! diye tıslamakta içinden..
Muhabbettin başlarında; hemen kendini göstermeye başlar, üzerinize yoğun bir ilgi bombardımanı ile gelir, "anlamlı" olduğunu düşündüğü, aslında sırıtmak ile dik bakmak durumlarını kombine ettiği bir yüz ifadesi takınır. Sürekli konuyu size getirir:

-Ahhahah, evet kesinlikle mimarlıkta eskiz çizmek önemli, İrem, sen çizebiliyor musun, hadi çiz görelim... Bende defter var, abi bi kaçılsana ben oraya geçeyim... 

Pıt karşınızda! Artık kaçış yoktur, bütün gece size takılır, espiriler yapar, kıyafetinizle, saçınızla, herşeyinizle uğraşır bütün gece. Anlık yazışlar diyoruz biz bu duruma, çok da zararlı tipler değildir. Siz tecrübe kazandıkça, bu tipler sizin içinde, eğlenceli bir akşamüstü birası içme durumuna yarar. Gülersin konuşursun, biter.  

Tip 2: 
Bunlar da biraz Tip 1'e benzemekle birlikte, geyik değil, daha romantik konuşurlar. Mesela, bir partiye gittiniz. İlk önce karşınıza Tip 1'ler çıkar, ama tecrübeli olduğunuz için artık onlara 20 dk'dan fazla vermiyorsunuz, bu da partide, tanışma faslı, etrafınızda dolaşmalar, iki şarkı dans etmek sureti ile brüt zaman hesaplamasıdır. Tabii 1 seviye atladığınız için, Level 2 yani, Tip 2'ye geçersiniz; çok güzel bir sohbet başlar aranızda, ama tam olarak geyik de yapmıyorsunuzdur. Kendini daha çok anlatır, 
-Annemle babam ayrı, kardeşim de şöyle, eski kız arkadaşımla şu sorunumuz vardı, gibi sizin ilk tanışma için şüphe etmeniz gereken bir yakınlık kurar ama arada;

-Bence sen çok farklısın, diğer kızlar böyle değil, gibisinden daha romantik, sizi beğendiğini düşündüren cümleler kurarak, 

-Haaa anladım, ben farklıyım yaa, ondan anlatıyor demek ki bu kadar özel şeyleri dedirttrir size. Saatlerce konuşabilirsiniz. Ama bunun da sonu yoktur. Bunlar Tip 1'e kıyasla daha zararlıdır, çünkü egonuza daha çok dokunmuşlardır. İşte, farklısın sana özelimi anlatıyorum, gibi sözlerle, egonuzu yükseltmiştir. Sonra bir şey olmaması, egonuza hafifçe bir darbe vuracaktır. Ama Tip 3 kadar değil. 

Tip 3: 
Benim son seviyem, yeni bitti, belki bir kaç hafta oluyor. Tip 4'e geçeceğim, daha bekliyorum. Offf, bu Tip 3, tabii ki de bu üç tip arasında en çok zararı dokunanıdır. Zira, egonuzu öyle bir şişirir ki, bir süre sonra bağımlı hale gelirsiniz. Çok çok çok fenadır. 
İlk karşılaştığınız anda, çok sıcak davranır, ne tip 1 gibi yılışır, ne de tip 2 gibi gizemli bir havaya bürünür. Daha açıktır. Hatta siz ilk başta hiç de oralı olmazsınız, herşey çok arkadaşçadır. Numaranızı alır, tip 1 ve 2'de olmayan bir özelliktir. Akşama sosyal paylaşım sitelerinden eklemiştir bile. Hemen mesaj gelir,
-Seninle tanıştığıma memnun oldum. 
Sonra mesajlar başlar;
-Günaydın,
-Nasılsın?
Siz ilgiyi hissedersiniz ve düşünürsünüz ki, hiç cevap yazmamak kabalık olur ama daha mesafeli bir cevap yazmak iyi olur;
-İyiyim teşekkürler. 
Böyle böyle derken, düşünürsünüz, bu ilgiye keşke cevap vermeseydim, yanlış anlamasa bari, kimsenin duygularıyla oynamak istemem. Ama geç kaldınız, çünkü egonuz artık o mesajları istiyor, siz istemeseniz de... Derken, program yapmak yani sizle görüşmek ister, tamam dersiniz ama içiniz içinizi yer, yaa niye tamam dedim ki şimdi, yanlış anlayacak! Olaylar gelişir, ama durup düşündüğünüzde herşey o kadar olması gerektiği gibi olmuştur ki, neden olmasın diye düşünürsünüz. Ki zaten en tehlikeli yanı da budur; olması gereken gibi başlar. Ayırt etmek zordur, tabii ilk başında. Daha sonra anlarsınız; ilk bir şeyi onla paylaşmak için aradığınızda,
-Alo, hmm... arkadaşlarımlayım... üzülme yaa.. hmm.. oldu.. görüşürüz... ,gibi bir cevap aldığınızda!

Aklınızda herşey oturmuştur ama ahh o ego yok mu? Egonuz harekete geçmiştir bir kere, sizi araması lazımdır artık, buna ihtiyacı vardır egonuzun. Bir daha konuşmamaya karar vermişken, 10 kere size geri adım attıran egonuzdur, her seferinde daha çok üzülürsünüz, daha çok kendinizi değersiz hissedersiniz, bu reaksiyonu tip 3 başlatmakla birlikte, aslında egonuzla sizin aranızdaki bir savaşa döner, gece uyku uyuyamazsınız, sabah telefona bakarak kalkarsınız. Ama bir yandan mantığınız, sizin ona hiçbir şey ifade etmediğinizi, eğer etseydiniz, ilk kez bir yere çağırdığınızda, o anı onunla paylaşmak istediğiniz için, hiçbir işi yokken gelmemezlik yapmayacağını, sizin davetinizi geri çevirdiği gibi sizinle hiç bir program yapmak çabası içine girmemesini, hatta 

-Senden hoşlanıyorum, derken bunu demeyip, gayet, 

-Eve gelirken iki ekmek alıver, dercesinize mesaj olarak 
yazmasından tut daha nice şeylere kadar beyniniz size bağırır, kaç, kaç, kaç, arkana bile bakma uzaklaş... Ama egonuz, hayır, romantikti ya başta, yine öyle olsun, yine arasın, yine sorsun der ve sizi etkisi altına alır. Ee işte sonunda beyninizle egonuz uzlaşır, olay mantığa bağlanır ve yeni bir seviyeye geçersiniz. Geçerken de bu şarkıyı dinlersiniz, işte böyle... 

Tabii, bu tiplerin gerçekte ne düşündüklerini, bu işleri planlı yapıp yapmadıklarını bilemem. Onlar üzerinden, kendimle ilgili bi analiz yaptım sadece.