Hiçbir zaman kendimi, çok film izleyen filmsever
biri olarak görmedim. Buna karşın, kendini bu şekilde tanımlayan bir çok
insandan daha fazla film izlemiş olduğumu bazen gözlemlerim. Bunun da nedeni,
annemin tam bir filmkolik olması ve henüz ülkemizde vizyonda olmayan pek çok
filmi çok önce alıp seyretmesidir. Elbette evdeki bu arşivden öyle böyle bir
şekilde etkilendim. Yani bu kültürümü de anneme borçluyum, tıpkı kitap okumak
gibi, ama onu da başka zaman yazarım.
Konumuza gelirsek; bir çok insanın bayıldığı
festival filmelerinin bir çoğundan hiç hazzetmem, onlara karşı sempati ile
değil, önyargı ile yaklaşırım. Fakat geçen gün, çok garip bir şey oldu. Evde
oturuyoruz, annem film izlemeyi teklif etti, ve koyduğu filmi izlemeye
başladık. Kesinlikle sevmeyeceğimden emin olarak bir 5 dk geçirdikten sonra,
öyle absürd öyle absürdü ki, sonunun nereye varacağını çok merak ettim.
İzledim, izledim, izledikçe absürdlükler artmaya ama bana o kadar yakın gelmeye
başladı ki… Sonunda filmin sonu kendime vardı. Kendimin öyle olduğunu hayatta
düşünmezdim. Aslında dışarıdan bakılınca neye benzediğimi gördüm. İnsan her ne
kadar özeleştiri yapsa da kendini seviyor ama.
Beni tanıyan bir çok insan, bilir ki sıradan
değilimdir. Hiçbir zaman olmadım, buna ister kendini beğenmişlik deyin, ister
egoistlik, ister şımarıklık, ee biliyorum zaten bir sürü şey diyorsunuz,
dediniz, ama ben hep kendimi sadece biraz daha açık sözlü olarak gördüm.
Kimsenin beni sevmesine ihtiyaç hissetmedim, çünkü ailemden fazlasıyla sevgi
gördüm. Dolayısıyla, sevmediğim kimseyle konuşmaya arkadaş olmaya, herkesin
beni sevmesine, hakkımda iyi kız denilmesine falan ihtiyaç duymadım. Böylece
arkadaşlarım sadece sevdiklerim ve değer verdiğim insanlar oldu, onları her
zaman desteklerim, dinlerim, öyle. Arkadaşlarımın arkasından ne konuştum, ne iş
çevirdim, ama iyi kötü her şeyi yüzlerine söylerim veya sorarım. Ama şunu da
söyleyeyim, sınırsız güvendiğim arkadaşım hiç yoktur, herkesin karakterini
bilir, onlardan gelecek şeylere kendimi hazırlarım ve o hatayı yaptıklarında
üzülmem, çünkü o hatayı yapacaklarını bilirim ve o yönde bir paylaşımda
bulunmam. Gülü seven dikenine katlanır, bu iş de böyle.
Bu okul yaşantımda da böyle devam etti tabii, ben
okuyan, araştıran, yazan, çizen bir insanım, kendi fikirlerim var; ama kendini
beğenmiş, inatçı bir insan olarak algılandım çoğu hocam tarafından, halbuki,
tam tersi, ben onlardan önce kendi fikirlerimi on kere çürütüp yeniden
düzenlerim, kendimi en acımasız şekilde her yönden eleştiririm, ama karşımda
güçlü, analiz etmiş bir aklın eleştirilerini beklerim aynı zamanda. Tartışılan
argümanların bile tektipleştiği bilimsel bir dünyada bulunmaktan kesinlikle
hoşlanmıyorum. Herkes aynı formülle çözümlenebilir mi? Her yapılan iş, aynı
argümanları olumlamak zorunda değildir.
Bu huylarımın acısını çok çektim. Kimi zaman
ciddiye alınmadım, kimi zamanda çok büyük takdir topladım. Ama aklıma koyduğumu
hep yaptım… Şimdi aklıma koyduğumu
yapmak için, her şeyden çok şansa ihtiyacım var. Çünkü ben bugün mimar olarak
mezun oldum, düz beton beyaz cephelerle camların ahengini, ahşap gölgelikler ve
taş detaylarını, parametrik tasarımı, mimarlık hakkında Le Corbusier’den dem vurup, Rem Koolhaas’a öykünen
tasarımları, ütopyalardan bahsetmeyi, her seferinde içinde bir vinç bulunduran
grafik anlatımları, derin mimari tartışmaları, bunları benimle birlikte mezun
olan arkadaşlarımın en iyi şekilde yapacağına eminim. O yüzden onlara bıraktım.
Ben kendi hayallerimin peşinden gideceğim,
çocukken hayal edilen yaşam alanlarının nasıl yaratılabileceğinin peşinden
gideceğim, nöronların oluşturduğu gibi bilgi akışı sağlayabilen bir fiziksel
çevre olabilir mi? Bu fiziksel çevre, görmek istenmeyen, görülmesi engellenen
durumları veya fikirleri görünür kılabilir mi? Gün ışığı, gecenin karanlığı,
şehrin sesleri, denizin ve vapurların sesleri, yağmur, kar, rüzgar kısacası
doğa bu yapıyla nasıl ilişki kuracak? Bu sorular bana ne katacak. En önemlisi
mimariyi nasıl etkileyecek. Derin olduğumu kesinlikle sanmayın, çok derin her
şeyin başlangıcı bence tam bir yüzeyselliktir. Bu yüzünden bu soruları
derinlemesine değil, yüzeysel bir şekilde ele alacağım. Ama belki kastettiğim yüzeysellik,
bana derinde bulacağım tek bir ilişkiden fazlasını verecektir.
Tabii ben bunları düşüne durayım, hayat insanlar
için akmakta, okulları bitiyor, aşık oluyorlar, yüksek lisans yapıyorlar/
yapmaya gidecekler, kimisi evleniyor, kimisinin de çocuğu oluyor, kimi büyük
bir iş kapıyor, kariyerinde ilerliyor, kimi zengin oluyor falan. Benim içinse
hayat son birkaç aydır hep aynı yerde, aynı sorun ve takıntılarımla başbaşayım.
Yok itiraf edeyim Mayıs ayının başında nur topu gibi yeni bir takıntım daha
oldu, ama bu biraz daha duygusal bir konu. Benim biraz geç fark ettiğim bir
durum, artık karşılığı yok anladım. Neyse n’apalım, oturup kendime hayatı zehir
etsem de etmesem de bu böyle, ee ben de etmem yani ne! Her iş olacağına varır,
klişe mi geldi, “klişeleri severim, çünkü hep doğru çıkarlar” diyerek bu kadar
bahsettiğim filmden bir alıntı da yaparım, affetmem.