Tuesday, June 25, 2013

Bırak Diğer Herkes, Geri Kalan Herşeyi Yapsın…

    Hiçbir zaman kendimi, çok film izleyen filmsever biri olarak görmedim. Buna karşın, kendini bu şekilde tanımlayan bir çok insandan daha fazla film izlemiş olduğumu bazen gözlemlerim. Bunun da nedeni, annemin tam bir filmkolik olması ve henüz ülkemizde vizyonda olmayan pek çok filmi çok önce alıp seyretmesidir. Elbette evdeki bu arşivden öyle böyle bir şekilde etkilendim. Yani bu kültürümü de anneme borçluyum, tıpkı kitap okumak gibi, ama onu da başka zaman yazarım.

  Konumuza gelirsek; bir çok insanın bayıldığı festival filmelerinin bir çoğundan hiç hazzetmem, onlara karşı sempati ile değil, önyargı ile yaklaşırım. Fakat geçen gün, çok garip bir şey oldu. Evde oturuyoruz, annem film izlemeyi teklif etti, ve koyduğu filmi izlemeye başladık. Kesinlikle sevmeyeceğimden emin olarak bir 5 dk geçirdikten sonra, öyle absürd öyle absürdü ki, sonunun nereye varacağını çok merak ettim. İzledim, izledim, izledikçe absürdlükler artmaya ama bana o kadar yakın gelmeye başladı ki… Sonunda filmin sonu kendime vardı. Kendimin öyle olduğunu hayatta düşünmezdim. Aslında dışarıdan bakılınca neye benzediğimi gördüm. İnsan her ne kadar özeleştiri yapsa da kendini seviyor ama.

  Beni tanıyan bir çok insan, bilir ki sıradan değilimdir. Hiçbir zaman olmadım, buna ister kendini beğenmişlik deyin, ister egoistlik, ister şımarıklık, ee biliyorum zaten bir sürü şey diyorsunuz, dediniz, ama ben hep kendimi sadece biraz daha açık sözlü olarak gördüm. Kimsenin beni sevmesine ihtiyaç hissetmedim, çünkü ailemden fazlasıyla sevgi gördüm. Dolayısıyla, sevmediğim kimseyle konuşmaya arkadaş olmaya, herkesin beni sevmesine, hakkımda iyi kız denilmesine falan ihtiyaç duymadım. Böylece arkadaşlarım sadece sevdiklerim ve değer verdiğim insanlar oldu, onları her zaman desteklerim, dinlerim, öyle. Arkadaşlarımın arkasından ne konuştum, ne iş çevirdim, ama iyi kötü her şeyi yüzlerine söylerim veya sorarım. Ama şunu da söyleyeyim, sınırsız güvendiğim arkadaşım hiç yoktur, herkesin karakterini bilir, onlardan gelecek şeylere kendimi hazırlarım ve o hatayı yaptıklarında üzülmem, çünkü o hatayı yapacaklarını bilirim ve o yönde bir paylaşımda bulunmam. Gülü seven dikenine katlanır, bu iş de böyle.
  
  Bu okul yaşantımda da böyle devam etti tabii, ben okuyan, araştıran, yazan, çizen bir insanım, kendi fikirlerim var; ama kendini beğenmiş, inatçı bir insan olarak algılandım çoğu hocam tarafından, halbuki, tam tersi, ben onlardan önce kendi fikirlerimi on kere çürütüp yeniden düzenlerim, kendimi en acımasız şekilde her yönden eleştiririm, ama karşımda güçlü, analiz etmiş bir aklın eleştirilerini beklerim aynı zamanda. Tartışılan argümanların bile tektipleştiği bilimsel bir dünyada bulunmaktan kesinlikle hoşlanmıyorum. Herkes aynı formülle çözümlenebilir mi? Her yapılan iş, aynı argümanları olumlamak zorunda değildir.

  Bu huylarımın acısını çok çektim. Kimi zaman ciddiye alınmadım, kimi zamanda çok büyük takdir topladım. Ama aklıma koyduğumu hep yaptım…  Şimdi aklıma koyduğumu yapmak için, her şeyden çok şansa ihtiyacım var. Çünkü ben bugün mimar olarak mezun oldum, düz beton beyaz cephelerle camların ahengini, ahşap gölgelikler ve taş detaylarını, parametrik tasarımı, mimarlık hakkında Le Corbusier’den  dem vurup, Rem Koolhaas’a öykünen tasarımları, ütopyalardan bahsetmeyi, her seferinde içinde bir vinç bulunduran grafik anlatımları, derin mimari tartışmaları, bunları benimle birlikte mezun olan arkadaşlarımın en iyi şekilde yapacağına eminim. O yüzden onlara bıraktım.

  Ben kendi hayallerimin peşinden gideceğim, çocukken hayal edilen yaşam alanlarının nasıl yaratılabileceğinin peşinden gideceğim, nöronların oluşturduğu gibi bilgi akışı sağlayabilen bir fiziksel çevre olabilir mi? Bu fiziksel çevre, görmek istenmeyen, görülmesi engellenen durumları veya fikirleri görünür kılabilir mi? Gün ışığı, gecenin karanlığı, şehrin sesleri, denizin ve vapurların sesleri, yağmur, kar, rüzgar kısacası doğa bu yapıyla nasıl ilişki kuracak? Bu sorular bana ne katacak. En önemlisi mimariyi nasıl etkileyecek. Derin olduğumu kesinlikle sanmayın, çok derin her şeyin başlangıcı bence tam bir yüzeyselliktir. Bu yüzünden bu soruları derinlemesine değil, yüzeysel bir şekilde ele alacağım. Ama belki kastettiğim yüzeysellik, bana derinde bulacağım tek bir ilişkiden fazlasını verecektir.


  Tabii ben bunları düşüne durayım, hayat insanlar için akmakta, okulları bitiyor, aşık oluyorlar, yüksek lisans yapıyorlar/ yapmaya gidecekler, kimisi evleniyor, kimisinin de çocuğu oluyor, kimi büyük bir iş kapıyor, kariyerinde ilerliyor, kimi zengin oluyor falan. Benim içinse hayat son birkaç aydır hep aynı yerde, aynı sorun ve takıntılarımla başbaşayım. Yok itiraf edeyim Mayıs ayının başında nur topu gibi yeni bir takıntım daha oldu, ama bu biraz daha duygusal bir konu. Benim biraz geç fark ettiğim bir durum, artık karşılığı yok anladım. Neyse n’apalım, oturup kendime hayatı zehir etsem de etmesem de bu böyle, ee ben de etmem yani ne! Her iş olacağına varır, klişe mi geldi, “klişeleri severim, çünkü hep doğru çıkarlar” diyerek bu kadar bahsettiğim filmden bir alıntı da yaparım, affetmem.