Herkes politika üzerinden birbirini yargılar
hala geldi.
Komple teorileri her gün değişmiyor neredeyse
her saat başı değişiyor.
Üstüne üstlük en bana mısın dedirtecek komple
teorileri gerçeklerle örtüşüyor.
Evde, işte, okulda, sokakta her yerde politika
konuşur haldeyiz.
Yarın ne olacağı belirsiz, savaş mı çıkıyor,
yoksa zaten savaşta mıyız, hangi terör unsurları saldıracak, kimin eli kimin cebinde, tarihi
yolsuzluk skandalları, çocukların polis tarafından yaralanması, hatta
ölümlerine sebebiyet verilmesi ve bütün bu söylediklerim gündelik hale gelmesi!
Yeter yahu! Ülke olarak psikolojimiz, sağlığımız
her şeyimiz bozuldu, nefret, kin, intikam duyguları, adaletsizlik, güvensizlik
ve kuşkular içinde kaybolduk.
Bunu niye yaşıyoruz, nedir yahu paylaşamadığımız,
sürekli bir umutsuzluk hali, sürekli bir kanayan yara! Para için mi? İktidar
hırsı için mi? Güç için mi? Kimin, parası, kimin hırsı, kimin gücü? Çıkarlar
mı? Hangi çıkarlar ve daha önemlisi KİMİN ÇIKARLARI????
Haber programlarını dinlemekten, sürekli
haberleri takip etmekten yorulduk! Sürekli manipule edilmekten yorulduk, kime
inanacağız diye düşünmekten yorulduk, yalanları göz göre göre söyleyen
insanları her an görmekten yorulduk, sürekli birilerin senin mevcut durumunu
bozmaya çalışması ve sana bir yaşayışı zorla dayatmasından bıktık! Şiştik!
Mutsuzuz, mutsuzuz, mutsuzuz !
Lütfen 31 Mart sabahı belki şimdi huzur
bulabiliriz umuduyla uyanalım! Herkesin buna ihtiyacı var, lütfen! Umutlu
olmaya ve umut etmeye ihtiyacımız var… Herkesin normal hayatlarına ve kendi küçük dertlerine dönmeye ihtiyacı var!
Hayatımızda politika olmasaydı eğer?... Siyaset
konuşuyor düşünüyor olmasaydık?...
Sabah kalktığımızda, sosyal medya siteleri
sansürleniyor olmasaydı, ya da bir gün mezuniyet elbisesi düşünürken, ertesi gün,
talcid ve süt karışımı hazırlıyor olmasaydık, bir kahve içmek için
arkadaşımızla buluşup, konuştuğumuz tek konunu siyaset, iç politika, dış
politika olmasaydı mesela… Hayatımız nasıl olurdu?
Yurtdışında yaşarken, en çok buna özendim. Başka
da hiçbir şeye değil. Adamların kafaları rahat, biliyorlar ki işleyen bir düzen
var, yanlış da yapılsa düzelecek, vay ülke nereye gidiyor, rejim mi değişecek,
savaşa mı gireceğiz kaygısı yok. Tabii bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri için
değil sözüm.
Ne düşünüyorlar, hafta sonu hangi etkinliğe
gitsem, gündelik işler, başka da kafalarını kurcalayan bir şey yok. E tabii ki
adam oturduğu yerden icat çıkartır. Biz de görüp vay be ne yapmışlar deriz. Biz
kendi derdimizden önümüzü görüp, başka işlere odaklanamıyoruz ki! Her gün başka
bir olay, bütün dünyanın ülkesine yetecek kadar sansasyon bir haftaya sığıyor!
Her gün yeni bir skandal ile çalkalanıyoruz;
yolsuzluk iddiaları bir değil, beş değil, daha onları konuşurken, evine ekmek
almak için sokağa çıkan küçücük bir çocuğun polis tarafından kafasına gaz fişeği
atılarak komaya sokulmasının ardından 269 gün sonra vefat ettiği haberini
alıyoruz, keza cenaze töreninde yaşanan polis şiddeti 2 can daha alıyor, bu
ölümler ülkenin başbakanı tarafından kur piyasaları üzerinden
değerlendiriliyor, derken miting turizm ile Türkiye’yi köşe bucak gezen “yerli
turistler”in, İzmir durağında, İzmirlilere saldırması, hakaret etmesi ve daha
da vahim olarak sözde İzmir mitingine İzmirli vatandaşların sokulmaması gibi bir
komedi oynanıyor. Ardından yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan bakan hakkındaki
fezlekeler mecliste okunmuyor, TBBM görevlerini yerine getirmiyor ve halka
hesap veremiyor, ertesi gün daha önce cumhurbaşkanı tarafından onaylanan
internet düzenlemesi (yasaklaması/sansürlemesi) kapsamında şak, dünyada da en
çok kullanılan sosyal paylaşım sitesine erişim engelleniyor, bunun sabahına
haberlerde gördüğümüz Niğde’de Suriye kaynaklı terörist unsurların 3
vatandaşımızı şehit etmesi haberi ve hükümetten yapılan Suriye’ye müdahale
olabilir açıklaması, hop yine mevzu döndü dolaştı geldi Suriye’deki savaşa!
Yani çok bilinmeyenli ve her geçen gün de
bilinmeyen sayısı artan bir denklemin içinde yaşıyoruz. Bu noktada kendi
kişisel geleceğimizi de kestirmek gittikçe zorlaşıyor, bunalıyoruz. Şimdi bizi
geren bütün bu durumların birden yok olduğunu düşünelim, işte o zaman, gelişmiş
bir ülke olacağız. Çocuklarımın dertlerini
spor, iş, okul, sosyal yaşam vb gibi
şeylerin oluşturmasını dilemek çok mu iddialı olur? Biz göremedik gerçekten, kötü
yönetimler ve şahsi menfaatleri göz önünde bulunduran yönetimler yüzünden
önceliğimiz hep ülkemiz oldu, hep ülke adına kaygı duyduk, üzüldük ve bir süre
daha böyle gidecek gibi duruyor ama umarım gelecek nesil bizden daha az kaygılı
olur. Diyecek bir şey yok gerçekten.
Erkek hegemonyası
altındaki dünyaya gelen kadınlar… Aslında her kadın, sosyal statüsü, içinde
yaşadığı grubun gelenekleri ne olursa olsun bu baskıyı bir şekilde hissediyor. Erkek
cinsiyetçiliği, seksizm kadınların sosyal hayatlarının her anında
karşılaştıkları bir durum, işte, evde, yolda, her an bununla başa çıkmak
zorundalar.
Bununla birlikte,
yine erkekler tarafından beslenen bir takım etiketlerle kadınlar g
gruplara
ayrıştırılıyor ve bu gruplar kemikleştiriliyor. Mesela, dindar kadınlar,
muhafazakar kadınlar, “başı açık” kadınlar, “türbanlı” kadınlar, “eğlenilecek”
kadın- “evlenilecek” kadın, kürtaja karşı kadınlar, dekolte giyen kadınlar, “laikçi/laik”
kadınlar (laik birey de ne demekse, birey özeldir, bir kurum değildir)… Bütün bu
gruplar aslında, erkeklerin kategorizasyonları, onların gözünden değerlendirmeler.
Temelde “türbanlı” kadın da, “başı açık” kadın da aynı erkek cinsiyetçiliğine
maruz kalmıyor mu, sırf cinsiyetinden dolayı, evde sömürülmüyor mu? Ya da temelde
“türbanlı” kadın, sırf erkek hegemonyası gereği örtünmüyor mu, “başı açık”
kadın bu yüzden hakarete uğramıyor mu? Temelde aynı sorunu paylaşmıyorlar mı?
Bir insanın kendini
nasıl tanımladığı önem kazanıyor bu noktada. Biz erkeklerin bakış açısı
üzerinden kendimizi tanımlayamayız. Tanımlamamalıyız. Kendi bireysel ve
toplumsal tanımımızı yapmalıyız.
-Kadınlar tecavüze
uğruyor mu?
-Kadınlar evde veya
sokakta taciz ediliyor mu?
-Kadınlara fiziksel
ve psikolojik şiddet uygulanıyor mu?
-Kadınlar üzerinde
toplumsal baskı kuruluyor mu?
-Kadınlar emek
sömürüsüne uğruyorlar mı?
-Kadınlar, cinsel
kimlikleri üzerinden siyasete ve politikaya malzeme yapılıyorlar mı?
-Kadınlar, güvenlik
güçleri ve hukuk tarafından görmezden geliniyor mu?
-Kadın
cinayetlerinin üzeri örtülüyor mu?
-Sosyal “gelenekler”
adı altında, kadın sünnetleri, töre uygulamaları, çocuk yaşta evlilikler gibi
fiziksel ve ruhsal işkenceler sürüyor mu?
-Kadın ticaretine
göz yumuluyor mu?
Bunlar hesap
sormamız, tartışmamız ve çözüm bulmamız gereken konular.
İnsanın hayatı boyunca karşılaştığı herkes, ona
bir değer biçmeye kalkar. Bu değere göre size davranırlar, eğer siz kendinizin
ve ne istediklerinizin veya beklentilerinizin farkında değilseniz; her zaman
başkalarının size biçtiği değer kadar olursunuz ve onların sizin için seçtiği
hayatı yaşarsınız. Çoğu zaman da mutsuz olursunuz.
Bu ikili ilişkilerden, arkadaşlık ilişkilerine,
profesyonel hayata kadar böyledir. Kendi değerinizi, kimsenin sizin yerinize
belirlemesine izin vermeyin. Siz ne yaşamak istiyorsanız, onu yaşamalısınız.
Kimsenin size değer biçmesine izin vermeyin, kendi değerinizi siz belirleyin.
Bu sizin hayatınız ve onu kendi seçtiğiniz biçimde yaşamalısınız.
Genelde karşınızdaki kişiler, sizi küçültüp
değersizleştirmek isterler. Bu insanlar,
aslında, sadece size değil, herkese böyle davranırlar. Bir bakıma kendi yazdıkları ve yönettikleri oyuna, oyuncu ararlar. İnsanları kullanmaktan başka bir amaçları ne yazık ki
yoktur! Onlar sizi tanımaya falan çalışmazlar. Böyle durumlarda, kibarca sizin o değersiz insan olmadığınızı hatırlatıp gitmek gerekir.
Bazen de karşınıza, sizi dinleyen, değer
biçmeden beklentilerinizi anlamaya çalışan, kısaca sizi kullanmak değil, sizi
tanımak isteyen insanlar çıkar. Bunlar çok nadir çıkar. Belki hiç çıkmazlar ya
da bazen onları çok uzun beklemek gerekir.
Ama ne diyebilirim ki? Beklemeye de değerler, öyle
değil mi?..
Bir markaya
bağlanma durumu nedir? Marka yaratma, marka olma, markayı kullanma durumları.
Etrafımıza baktığımızda, kendini bir marka üzerinden tanımlayan bir çok insan
var, ya da herkes bir şekilde bir markayı kullanarak kendindeki bazı boşlukları
doldurmak istiyor.
Hep konuşulur ya
tüketim toplumu falan diye. Aslında bu tüketim toplumunun temelinde, kendine
güvensiz insanlar mı yatıyor? Geçen gün biriyle tanıştım, bir tekstil
firmasında çalışıyormuş, ben de o markanın ürünlerinin neden o kadar pahalı
olduğunu, bir takım nedenleri söyleyerek bu yüzden oradan alışveriş etmediğimi,
çünkü bunu mantıklı bulmadığımı söyledim. Verdiği cevap kısaca; marka yaratma
çabası oldu. Yani, fiyatların pahalı olmasının sebebi, kalitesinden veya başka
özelliklerinden değil, marka olmaya çalışması. O ürünü almak, tüketici için
kendindeki eksiklikleri tamamlayacak bir yol, yoksa kullanım, kalite ve “değer”
olgularını hiç düşünmeden, alışveriş yapıyor. Çünkü markaya sahip olmak
istiyor. Yine söylediğine göre, tüketicilerin büyük bir kısmı bu şekilde alışveriş
yaptıkları için, fiyatı istediğin kadar yükselt, o ürün satılıyor.
Böyle bir denge söz
konuymuş yani. Tabii bu bilinen bir şey aslında. Psikolojik ve hatta sosyo-psikolojik
bir durum. Kapitalizmin en temel dinamiklerinden biri de, insan olarak
duyduğumuz bu beni sevin, bana saygı duyun, bunun için bu markayı kullanmaya
ihtiyacım var zayıflığı. Hatta bırak başkalarını, kendi kendine saygı duyması
için bile o markaya ihtiyacı var insanların.
Nerden mi
biliyorum? Tabii ki kendimden, nereden olacak!
13 yaşımda, yani
7.sınıfı bitirdiğim yaz, basbayağı, kapitalizmle tanıştım. Her yaz olduğu gibi
o yaz da yazlığa gittim yaz tatilini geçirmek için. Bütün gün bisiklet sürmek,
denize girmekten başka bir amaç da gütmüyordum, derken bir takım arkadaşlar
edindim. Marka kavramıyla ilk olarak onlar sayesinde tanıştım. Meğer, marka
denilen bir şey varmış, spor ayakkabı dediğin DKNY olmalı, okul ayakkabılarının
vazgeçilmezi George Hogg (böyle topuğundaki yeşil çizgisinden anlaşılacak, bir
de altındaki metal markası), Diesel, Calvin Klein, Tommy vs. vs., bütün gün
bunlar konuşuluyor ve ben bunları ilk kez duyuyorum tabii. Birden kendimi
kaptırdım, onlardan önceki arkadaşlarım, hayatım bir sönük geldi gözüme. Hemen
harekete geçtim tabii, sırf marka diye bir bluze verdiğim paranın nasıl içime
oturduğunu bugün bile hatırlıyorum. Ama yok, buluştuğumuzda giyeceğim falan
onu, böylece, yeni sosyal ortamımda sevileceğim, daha çok sevileceğim, daha
değerli olacağım ya! Derken, liseye başladığımda, birden dank etti, çok saçma
geldi bütün bunlar, ama yine bir süre daha sürdü, azalarak bitti. En azından,
bayağı aza indi diyeyim, artık bir şeyi alırken, baktığım parametreler çok daha
farklı. Tabii, büyüdükçe, arkadaş çevren de değişiyor, arkadaşlarında aradığın
özellikler farklılaşıyor, farklı insanlarla tanışıyorsun, onlarla daha çok
eğlenmeye başlıyorsun, kendini daha çok tanıyorsun, neyi isteyip, istemediğini
daha net biliyorsun. Kişiliğin oturuyor veya oluşuyor, işte bütün bunlar
etkiliyor seni. Böylece markaya ya daha çok ihtiyacın oluyor, ya da daha az.
Tabii bu durumun,
çok daha farklı boyutları var, mesela, günlük 1 dolara çalışan çocuklar gibi…
Zaten bu yüzden bu kadar karşı çıkılıyor, yani marka yaratmak, pazara sunmak,
en fazla kârı elde etmek, sonunda emek sömürüsünü de beraberinde getiriyor. Yoksa
senin para harcamanda bir sorun yok! İstediğin kadar harca, kim karışır! Fakat,
kârın arttıkça artması gerek, bunda bir sınır yok, nasıl fiyatı durmadan
arttırıyorlarsa, maliyeti de durmadan düşürmek istiyorlar, amaç para kazanmak,
ama daha çok para kazanmak değil mi?!
Peki, Afrika’da,
Asya’da sömürülen insan gücünden bahsedip, onlarla her daim empati kurduğunu
iddia eden insanların, sırf marka olduğu için belli bir ürünü tercih
etmelerindeki çelişki ne olacak? Kapitalizmi seviyorsun, bunu kabul et, sen de
rahatla, biz de rahatlayalım ama değil mi? Arabeskçesini söyleyecek olursak; ya
sev, ya terk et!
Ama hayır, o
telefona, o bilgisayara, o gözlüğe falan o parayı veriyorsan, her gün sosyal
paylaşım sitelerinde, yok şuradaki adaletsizlik, buradaki sömürü falan bunları
paylaşma, buluştuğumuzda lütfen bunları anlatma, olmuyor yani! Hem komik, hem
de yalan çünkü! Yoksa, benim de seni yargılayacak halim yok, ben ne kadar
farklıyım sanki! Ama hiç olmadı, biraz özeleştiri yapmayı öğrendim. Yoksa hiç
birimiz, Friedrich Engels değiliz…