Friday, March 28, 2014

Biraz Huzur…

Ülkede politize olmayan kimse kalmadı.

İktidar dahil herkes terörize olmuş hissediyor.

Herkes politika üzerinden birbirini yargılar hala geldi.

Komple teorileri her gün değişmiyor neredeyse her saat başı değişiyor.

Üstüne üstlük en bana mısın dedirtecek komple teorileri gerçeklerle örtüşüyor.

Evde, işte, okulda, sokakta her yerde politika konuşur haldeyiz.

Yarın ne olacağı belirsiz, savaş mı çıkıyor, yoksa zaten savaşta mıyız, hangi terör unsurları  saldıracak, kimin eli kimin cebinde, tarihi yolsuzluk skandalları, çocukların polis tarafından yaralanması, hatta ölümlerine sebebiyet verilmesi ve bütün bu söylediklerim gündelik hale gelmesi!

Yeter yahu! Ülke olarak psikolojimiz, sağlığımız her şeyimiz bozuldu, nefret, kin, intikam duyguları, adaletsizlik, güvensizlik ve kuşkular içinde kaybolduk.

Bunu niye yaşıyoruz, nedir yahu paylaşamadığımız, sürekli bir umutsuzluk hali, sürekli bir kanayan yara! Para için mi? İktidar hırsı için mi? Güç için mi? Kimin, parası, kimin hırsı, kimin gücü? Çıkarlar mı? Hangi çıkarlar ve daha önemlisi KİMİN ÇIKARLARI????

Haber programlarını dinlemekten, sürekli haberleri takip etmekten yorulduk! Sürekli manipule edilmekten yorulduk, kime inanacağız diye düşünmekten yorulduk, yalanları göz göre göre söyleyen insanları her an görmekten yorulduk, sürekli birilerin senin mevcut durumunu bozmaya çalışması ve sana bir yaşayışı zorla dayatmasından bıktık! Şiştik!

Mutsuzuz, mutsuzuz, mutsuzuz !


Lütfen 31 Mart sabahı belki şimdi huzur bulabiliriz umuduyla uyanalım! Herkesin buna ihtiyacı var, lütfen! Umutlu olmaya ve umut etmeye ihtiyacımız var… Herkesin normal hayatlarına ve kendi küçük dertlerine dönmeye ihtiyacı var!

Friday, March 21, 2014

N’olacak Bizim Bu Halimiz?

Hayatımızda politika olmasaydı eğer?... Siyaset konuşuyor düşünüyor olmasaydık?...
Sabah kalktığımızda, sosyal medya siteleri sansürleniyor olmasaydı, ya da bir gün mezuniyet elbisesi düşünürken, ertesi gün, talcid ve süt karışımı hazırlıyor olmasaydık, bir kahve içmek için arkadaşımızla buluşup, konuştuğumuz tek konunu siyaset, iç politika, dış politika olmasaydı mesela… Hayatımız nasıl olurdu?

Yurtdışında yaşarken, en çok buna özendim. Başka da hiçbir şeye değil. Adamların kafaları rahat, biliyorlar ki işleyen bir düzen var, yanlış da yapılsa düzelecek, vay ülke nereye gidiyor, rejim mi değişecek, savaşa mı gireceğiz kaygısı yok. Tabii bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri için değil sözüm.

Ne düşünüyorlar, hafta sonu hangi etkinliğe gitsem, gündelik işler, başka da kafalarını kurcalayan bir şey yok. E tabii ki adam oturduğu yerden icat çıkartır. Biz de görüp vay be ne yapmışlar deriz. Biz kendi derdimizden önümüzü görüp, başka işlere odaklanamıyoruz ki! Her gün başka bir olay, bütün dünyanın ülkesine yetecek kadar sansasyon bir haftaya sığıyor!

Her gün yeni bir skandal ile çalkalanıyoruz; yolsuzluk iddiaları bir değil, beş değil, daha onları konuşurken, evine ekmek almak için sokağa çıkan küçücük bir çocuğun polis tarafından kafasına gaz fişeği atılarak komaya sokulmasının ardından 269 gün sonra vefat ettiği haberini alıyoruz, keza cenaze töreninde yaşanan polis şiddeti 2 can daha alıyor, bu ölümler ülkenin başbakanı tarafından kur piyasaları üzerinden değerlendiriliyor, derken miting turizm ile Türkiye’yi köşe bucak gezen “yerli turistler”in, İzmir durağında, İzmirlilere saldırması, hakaret etmesi ve daha da vahim olarak sözde İzmir mitingine İzmirli vatandaşların sokulmaması gibi bir komedi oynanıyor. Ardından yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan bakan hakkındaki fezlekeler mecliste okunmuyor, TBBM görevlerini yerine getirmiyor ve halka hesap veremiyor, ertesi gün daha önce cumhurbaşkanı tarafından onaylanan internet düzenlemesi (yasaklaması/sansürlemesi) kapsamında şak, dünyada da en çok kullanılan sosyal paylaşım sitesine erişim engelleniyor, bunun sabahına haberlerde gördüğümüz Niğde’de Suriye kaynaklı terörist unsurların 3 vatandaşımızı şehit etmesi haberi ve hükümetten yapılan Suriye’ye müdahale olabilir açıklaması, hop yine mevzu döndü dolaştı geldi Suriye’deki savaşa!

Yani çok bilinmeyenli ve her geçen gün de bilinmeyen sayısı artan bir denklemin içinde yaşıyoruz. Bu noktada kendi kişisel geleceğimizi de kestirmek gittikçe zorlaşıyor, bunalıyoruz. Şimdi bizi geren bütün bu durumların birden yok olduğunu düşünelim, işte o zaman, gelişmiş bir ülke olacağız. Çocuklarımın  dertlerini  spor, iş, okul, sosyal yaşam vb gibi şeylerin oluşturmasını dilemek çok mu iddialı olur? Biz göremedik gerçekten, kötü yönetimler ve şahsi menfaatleri göz önünde bulunduran yönetimler yüzünden önceliğimiz hep ülkemiz oldu, hep ülke adına kaygı duyduk, üzüldük ve bir süre daha böyle gidecek gibi duruyor ama umarım gelecek nesil bizden daha az kaygılı olur. Diyecek bir şey yok gerçekten.









Saturday, March 08, 2014

Bir Grup Kadın…

   


   Erkek hegemonyası altındaki dünyaya gelen kadınlar… Aslında her kadın, sosyal statüsü, içinde yaşadığı grubun gelenekleri ne olursa olsun bu baskıyı bir şekilde hissediyor. Erkek cinsiyetçiliği, seksizm kadınların sosyal hayatlarının her anında karşılaştıkları bir durum, işte, evde, yolda, her an bununla başa çıkmak zorundalar.

   Bununla birlikte, yine erkekler tarafından beslenen bir takım etiketlerle kadınlar g
gruplara ayrıştırılıyor ve bu gruplar kemikleştiriliyor. Mesela, dindar kadınlar, muhafazakar kadınlar, “başı açık” kadınlar, “türbanlı” kadınlar, “eğlenilecek” kadın- “evlenilecek” kadın, kürtaja karşı kadınlar, dekolte giyen kadınlar, “laikçi/laik” kadınlar (laik birey de ne demekse, birey özeldir, bir kurum değildir)… Bütün bu gruplar aslında, erkeklerin kategorizasyonları, onların gözünden değerlendirmeler. Temelde “türbanlı” kadın da, “başı açık” kadın da aynı erkek cinsiyetçiliğine maruz kalmıyor mu, sırf cinsiyetinden dolayı, evde sömürülmüyor mu? Ya da temelde “türbanlı” kadın, sırf erkek hegemonyası gereği örtünmüyor mu, “başı açık” kadın bu yüzden hakarete uğramıyor mu? Temelde aynı sorunu paylaşmıyorlar mı?

   Bir insanın kendini nasıl tanımladığı önem kazanıyor bu noktada. Biz erkeklerin bakış açısı üzerinden kendimizi tanımlayamayız. Tanımlamamalıyız. Kendi bireysel ve toplumsal tanımımızı yapmalıyız.

-Kadınlar tecavüze uğruyor mu?
-Kadınlar evde veya sokakta taciz ediliyor mu?
-Kadınlara fiziksel ve psikolojik şiddet uygulanıyor mu?
-Kadınlar üzerinde toplumsal baskı kuruluyor mu?
-Kadınlar emek sömürüsüne uğruyorlar mı?
-Kadınlar, cinsel kimlikleri üzerinden siyasete ve politikaya malzeme yapılıyorlar mı?
-Kadınlar, güvenlik güçleri ve hukuk tarafından görmezden geliniyor mu?
-Kadın cinayetlerinin üzeri örtülüyor mu?
-Sosyal “gelenekler” adı altında, kadın sünnetleri, töre uygulamaları, çocuk yaşta evlilikler gibi fiziksel ve ruhsal işkenceler sürüyor mu?
-Kadın ticaretine göz yumuluyor mu?

   Bunlar hesap sormamız, tartışmamız ve çözüm bulmamız gereken konular.

Sanal kamplaşmalar, sadece bizi gerçek sorunlardan uzaklaştıran birer illüzyon. 

http://www.radikal.com.tr/turkiye/katil_sevgili_ozgeden_sonra_kendini_de_oldurmus-1180006

Monday, March 03, 2014

Beklenmeye Değerseniz, Beklemeye Değer ....

   İnsanın hayatı boyunca karşılaştığı herkes, ona bir değer biçmeye kalkar. Bu değere göre size davranırlar, eğer siz kendinizin ve ne istediklerinizin veya beklentilerinizin farkında değilseniz; her zaman başkalarının size biçtiği değer kadar olursunuz ve onların sizin için seçtiği hayatı yaşarsınız. Çoğu zaman da mutsuz olursunuz.  

    Bu ikili ilişkilerden, arkadaşlık ilişkilerine, profesyonel hayata kadar böyledir. Kendi değerinizi, kimsenin sizin yerinize belirlemesine izin vermeyin. Siz ne yaşamak istiyorsanız, onu yaşamalısınız. Kimsenin size değer biçmesine izin vermeyin, kendi değerinizi siz belirleyin. Bu sizin hayatınız ve onu kendi seçtiğiniz biçimde yaşamalısınız.

    Genelde karşınızdaki kişiler, sizi küçültüp değersizleştirmek isterler.  Bu insanlar, aslında, sadece size değil, herkese böyle davranırlar. Bir bakıma kendi yazdıkları ve yönettikleri oyuna, oyuncu ararlar. İnsanları kullanmaktan başka bir amaçları ne yazık ki yoktur! Onlar sizi tanımaya falan çalışmazlar.  Böyle durumlarda, kibarca sizin o değersiz  insan olmadığınızı hatırlatıp gitmek gerekir.

     Bazen de karşınıza, sizi dinleyen, değer biçmeden beklentilerinizi anlamaya çalışan, kısaca sizi kullanmak değil, sizi tanımak isteyen insanlar çıkar. Bunlar çok nadir çıkar. Belki hiç çıkmazlar ya da bazen onları çok uzun beklemek gerekir.


      Ama ne diyebilirim ki? Beklemeye de değerler, öyle değil mi?.. 

Sunday, March 02, 2014

I read some Marx, I liked it - Hope Adam Smith don’t mind it…

Bir markaya bağlanma durumu nedir? Marka yaratma, marka olma, markayı kullanma durumları. Etrafımıza baktığımızda, kendini bir marka üzerinden tanımlayan bir çok insan var, ya da herkes bir şekilde bir markayı kullanarak kendindeki bazı boşlukları doldurmak istiyor.

Hep konuşulur ya tüketim toplumu falan diye. Aslında bu tüketim toplumunun temelinde, kendine güvensiz insanlar mı yatıyor? Geçen gün biriyle tanıştım, bir tekstil firmasında çalışıyormuş, ben de o markanın ürünlerinin neden o kadar pahalı olduğunu, bir takım nedenleri söyleyerek bu yüzden oradan alışveriş etmediğimi, çünkü bunu mantıklı bulmadığımı söyledim. Verdiği cevap kısaca; marka yaratma çabası oldu. Yani, fiyatların pahalı olmasının sebebi, kalitesinden veya başka özelliklerinden değil, marka olmaya çalışması. O ürünü almak, tüketici için kendindeki eksiklikleri tamamlayacak bir yol, yoksa kullanım, kalite ve “değer” olgularını hiç düşünmeden, alışveriş yapıyor. Çünkü markaya sahip olmak istiyor. Yine söylediğine göre, tüketicilerin büyük bir kısmı bu şekilde alışveriş yaptıkları için, fiyatı istediğin kadar yükselt, o ürün satılıyor.

Böyle bir denge söz konuymuş yani. Tabii bu bilinen bir şey aslında. Psikolojik ve hatta sosyo-psikolojik bir durum. Kapitalizmin en temel dinamiklerinden biri de, insan olarak duyduğumuz bu beni sevin, bana saygı duyun, bunun için bu markayı kullanmaya ihtiyacım var zayıflığı. Hatta bırak başkalarını, kendi kendine saygı duyması için bile o markaya ihtiyacı var insanların.

Nerden mi biliyorum? Tabii ki kendimden, nereden olacak!

13 yaşımda, yani 7.sınıfı bitirdiğim yaz, basbayağı, kapitalizmle tanıştım. Her yaz olduğu gibi o yaz da yazlığa gittim yaz tatilini geçirmek için. Bütün gün bisiklet sürmek, denize girmekten başka bir amaç da gütmüyordum, derken bir takım arkadaşlar edindim. Marka kavramıyla ilk olarak onlar sayesinde tanıştım. Meğer, marka denilen bir şey varmış, spor ayakkabı dediğin DKNY olmalı, okul ayakkabılarının vazgeçilmezi George Hogg (böyle topuğundaki yeşil çizgisinden anlaşılacak, bir de altındaki metal markası), Diesel, Calvin Klein, Tommy vs. vs., bütün gün bunlar konuşuluyor ve ben bunları ilk kez duyuyorum tabii. Birden kendimi kaptırdım, onlardan önceki arkadaşlarım, hayatım bir sönük geldi gözüme. Hemen harekete geçtim tabii, sırf marka diye bir bluze verdiğim paranın nasıl içime oturduğunu bugün bile hatırlıyorum. Ama yok, buluştuğumuzda giyeceğim falan onu, böylece, yeni sosyal ortamımda sevileceğim, daha çok sevileceğim, daha değerli olacağım ya! Derken, liseye başladığımda, birden dank etti, çok saçma geldi bütün bunlar, ama yine bir süre daha sürdü, azalarak bitti. En azından, bayağı aza indi diyeyim, artık bir şeyi alırken, baktığım parametreler çok daha farklı. Tabii, büyüdükçe, arkadaş çevren de değişiyor, arkadaşlarında aradığın özellikler farklılaşıyor, farklı insanlarla tanışıyorsun, onlarla daha çok eğlenmeye başlıyorsun, kendini daha çok tanıyorsun, neyi isteyip, istemediğini daha net biliyorsun. Kişiliğin oturuyor veya oluşuyor, işte bütün bunlar etkiliyor seni. Böylece markaya ya daha çok ihtiyacın oluyor, ya da daha az.

Tabii bu durumun, çok daha farklı boyutları var, mesela, günlük 1 dolara çalışan çocuklar gibi… Zaten bu yüzden bu kadar karşı çıkılıyor, yani marka yaratmak, pazara sunmak, en fazla kârı elde etmek, sonunda emek sömürüsünü de beraberinde getiriyor. Yoksa senin para harcamanda bir sorun yok! İstediğin kadar harca, kim karışır! Fakat, kârın arttıkça artması gerek, bunda bir sınır yok, nasıl fiyatı durmadan arttırıyorlarsa, maliyeti de durmadan düşürmek istiyorlar, amaç para kazanmak, ama daha çok para kazanmak değil mi?!
Peki, Afrika’da, Asya’da sömürülen insan gücünden bahsedip, onlarla her daim empati kurduğunu iddia eden insanların, sırf marka olduğu için belli bir ürünü tercih etmelerindeki çelişki ne olacak? Kapitalizmi seviyorsun, bunu kabul et, sen de rahatla, biz de rahatlayalım ama değil mi? Arabeskçesini söyleyecek olursak; ya sev, ya terk et!


Ama hayır, o telefona, o bilgisayara, o gözlüğe falan o parayı veriyorsan, her gün sosyal paylaşım sitelerinde, yok şuradaki adaletsizlik, buradaki sömürü falan bunları paylaşma, buluştuğumuzda lütfen bunları anlatma, olmuyor yani! Hem komik, hem de yalan çünkü! Yoksa, benim de seni yargılayacak halim yok, ben ne kadar farklıyım sanki! Ama hiç olmadı, biraz özeleştiri yapmayı öğrendim. Yoksa hiç birimiz, Friedrich Engels değiliz…