|
Yine Umut Sarıkaya'dan bir karikatür ile birlikte |
Uzun
zamandır bir türlü yeni yazı yazamıyordum. Denemedim değil,
milyonlarca yazıya başladım, ama bir türlü sonunu getiremedim.
İstanbul'da değildim, artık, yaşadığım yer, sevimli bir Doğu
Almanya kasabası. Hayat, çok farklı akıyor burada. Neden mi,
etrafındaki insanlar, yaşadığın şeyler, şehrin koca gürültüsü
patırtısı olamadan, olduğundan çok daha büyük çok daha
konsantre geliyor insana. Ya da en azından bana öyle geliyor. O
yüzden, hayatında bir şeyden dolayı mutsuzsan, bu mutsuzluk, o
kadar yoğun bir şekilde seni etkiliyor ki, kendine gelemiyorsun.
Geçenlerde
bir arkadaşım beni ziyarete geldi. Çok yazık, bu yazıyı
okuyamayacak, çünkü Türkçe bilmiyor. Onu, çevre kentlerden
birine götürdüm. Sokaklarda geziyoruz, etraf cıvıl cıvıl, dar
sokaklar, kanallar, kanalın üstünde kafeler, sokakta müzisyenler,
pastanelerden insanın burnuna zaman zaman gelen vanilya kokusu...
Herşey o kadar güzel ki... O ortamda insan (ya da ben) hayat
hakkında, iş güç hakkında düşünmek istemiyor, daha çok
düşünmek istemiyor, hissetmek istiyor. Yani, kanalın üstünde
bir kafede otururken, evet neo liberal ekonomi artık çöktü, bunun
nedenleri de, diye başlayan cümleler gelmiyor insanın (ya da
benim) aklıma... Daha çok yanımda biri olsun, onun elini tutayım
istiyorsun. Bu noktada, eğer yanınızda biri yoksa, orta Avrupa'nın
en fazla üç katlı, dik çatılı, cephesi süslemelerle dolu, renk
renk yapılarıyla çevrili kent meydanları, kanalların üzerinden
geçtiğiniz sevimli köprüleri, cıvıl cıvıl hali, sokak
müzisyenleri falan inanın ki hiç yardımcı olmuyor. İşte o
anda, yahu ben Mecidiyeköy'de olmak istiyorum diyorsun.
Mecidiyeköy'de,
o gürültünün, kalabalığın içinde olmak bambaşka bir deneyim!
Trafik, otobüslerin üst üsteliği, bir türlü yaya geçidi bulup
karşıya geçememek, kentin bütün çarpıklığını üstünde
taşıyan binalar, düzensizlik, kimliksizlik... İşte bütün
bunlar, sizi düşünmeye itiyor, o kadar çok sorun var ki, kafan
sürekli çalışıyor, hissetmek değil, düşünmek istiyorsun...
Bırak yanında birini istemeyi, varsa bile ondan nefret ettirecek
bir kaosun içindesin. En azından ben böyle hissediyorum. İşte
bütün bu kaos, benim ilhamımmış meğerse, burada süngüsü
düşmüş bir asker gibiyim...
Çünkü,
burada parkta dolaşmakla, Mecidiyeköy'de çevre yolunun kenarında
yürümek aynı şey değil, sende uyandırdığı
duygular/düşünceler bambaşka. Orada, ben belediye başkanı
olsam, ne var ki, şurada bir düzenleme olsa, nasıl yapmazlar, ne
kadar da para yiyorlar, zaten bu Türkiye hep bu yüzden bu halde, bu
insanlar niye hala oy verir, diğeri daha mı iyi sanki, hepsi aynı,
yok yok adam olmaz bu ülke diye düşünüyorsun ister istemez. Ne
güzel, oh, bak bütün kişisel dertler unutuldu gitti... Oh ne
rahat!!!
Ama Avrupa'dasın, hava azıcık ısınmış, yemyeşil park, hava parlak,
nehirde kuğular, kuşlar cıvıl cıvıl, ne düşüneceksin, hiç
bir şey düşünmeyeceksin tabii... Her zamanda yanında
arkadaşların olamaz ki, mutlaka keşke yanımda daha özel
hissettiğim birileri olsaydı diyecek, neden yok ki diyeceksin,
sonra cevap arayacaksın ve hadi önceden cevapları buldun,
eğitimsizlik, aç gözlülük, fakirlik vesaire vesaire ama buna
verecek bir cevabın da yok... Neden biri yok, yok işte çünkü...
Bu da canını sıktı, hadi iki ağaca baktın, kuşu dinledin,
rahatladın, ama nereye kadar?
Şu
an ihtiyacım olan vanilya kokusu değil, egzoz kokusu, içinden
nehir geçen yemyeşil bir park değil, refüjleri eğrilmiş bir
çevre yolu, el ele tutuşan mutlu insanlar değil, ellerinde
torbalarla bir yere yetişmeye çalışan mutsuz insanlar... Kısacası
Mecidiyeköy... Oh ne duygu kaldı, ne birşey... Kafan dolu, için
rahat, bir gün daha geçti gitti!!
Keşke
şimdi Mecidiyeköy'de olsaydım, belki o zaman biraz mutlu
olurdum... Bu cümleyi belki tarihte ilk kez ben kuruyorum ama, evet
kesinlikle ihtiyacım olan şey bu!